Kemal Ulusaler…Haziran 2024
Beyaz Gül.
Tadı damağımda,
pekmez kıvamında gecenin.
Elimi uzatsam avuçlarımda yıldızlar…
Bir kuzgun havalanır, kanatlarında melisa kokuları…
Sonra
Bir ahhh…
Kör bir kurşun geceyi yırtar.
Ölür gece.
Aç kalan iyilik ölür.
– Dünya bu vakitlerde kıssadır.-
Kan kurur da günün damarlarında
acı ayaklara düşer.
Zaman leş kokularını içine çeke çeke tükenir.
Dünya dönmeyi unutur,
durur.
Şimdi,
Bir tırnak kemane,
bir de beyaz gül,
gece için ağlayan.
Cenazeyi kaldıran güneş,
Katilin ta kendisi…
Ahhh…
Kara çadır ismi tutar
Martin tüfek pas mı tutar
Ağlayanım anam, bacım
elin kızı yas mı tutar ?
Bir kemane sesi değildi bu, bir hüzün sisi içinde bir damla gözyaşının buhar olup hakka varmasıydı. Sisle sis olmasıydı, yayla yay…
Öyle ki arşe bile şaşmalıydı olup bitene.
Kaçgöç günleri bitmiyor, tüfekler yine patlıyor, yine varsıl bedel verirken garip guraba sü olup yanıyor. Ahh…
Ahh ki ne ahhh…
Hep elin kızı olmak öyle mi? Hele başyastığa eş dediğin bunu derse ahhh ki ahhh…
Kokulu ardıçtan imal tırnak kemane inledikçe, Besime’nin gözyaşları da dinmiyordu. Tırnaklar kimi güçlü, kimi ağır, kimi okşar gibi sincap barsağına vurup çekiyordu.
Tırnaklar…
Yeri gelince hayatı kazıdığımız yeri gelince hayata tutunduğumuz dişe eş tırnaklar. Sıkılıp sıkılıp avuçlara batırılan, sıkılıp sıkılıp yenen tırnaklar. Yeri gelince düşmana gösterilen tırnaklar. Son müdafaanın silahı tırnaklar. Şu nesli tükenmekte olan saza hayat veren tırnaklar.
Tırnaklarını kemanenin üzerinden çekerken derin bir de iç çekti. Hüzünle bakıştılar. İkimizde yok oluyoruz, benim can yoldaşım, yârim, yarenim. Göğsüne bastırdığı kemaneye bakıp bu zamane hayatın içinde kaybolup gideceğiz işte.
Pencereden baktı. Sokakta kapı önlerinde kadınlar başka bir kayboluş öyküsü içinde bir sokak meclisi oluşturmuşlar söyleşiyorlardı. Ökkeş kediye camı açtı Bahriye’nin kabul gününe gönderdi.
“ Kedidir o kedi” deyip geçmeyin. Hınzır kedi akşama çay saatinde elinde çok önemli tapelerle döndü:
“Kız Bahriye, o gıda paketi işe yaradı alleemm, oya dönüşmüş besbelli.”
“Kör olmayası, yanlışlıkla göndermişler o paketi, biz istemediydik. Cahit Amcan da pek kızdı, ama ne yapacan. Meğer köyden tarhana gönderdiler sanmış ta almış paketi.”
“Ayy. Ben bu hikayeyi biryerlerden duymuştum. Vallahi intihal bu. Tarihe, kabul günü intihalleri diye geçecek.”
“Kız ne be o intihal mintihal küfür mü ediyon ne?”
Neşe liseli bilmişliğiyle, “Bahriye Abla, İntihal, kabaca aşırma demek. Başkasının fikir ve eserlerini kaynak göstermeden kullanmak demek, küfür değil yani.”
“Eee, küfürden de betermiş. Sağ olasın Hafize dilencilikten hırsızlığa terfi ettirdin bizi yani, aşk olsun sana aşk olsun.”
“Tamam, hemen düşürme kaşını Bahriye Abla şaka yapıyoruz şunun şurasında.”
“Kız böyle şaka mı olur adı çıkar insanın maazallah. Tüü kulaklara kurşun..”
“Rabia sana hiç sormuyorum bile nerelere meyil ettiğini hepimiz biliyoruz. Ama şu kadarını söyleyeyim, hırsıza yol verdiysen günaha ortak oldun demektir.”
“Ne dersen de beni kızdıramazsın Seniha Abla. Kafirlerle yanacağıma abdestinde, namazında olanla yanmaya razıyım. Hatta o yanmasın ben yanayım..”
“Kız geçenlerde gıçına şuncacık iğne battı da bir hafta yatak döşek yattın. Yanmak ne biliyon mu sen?”
“Kapının önündeki boş bira şişelerine bakılırsa hep beraber yanacağız Seniha Abla, artık sen bana öğretirsin nasıl yanılırmış.”
Bakk, bak, bak hele.. Dil de pabuç. Hafazanallah insanı katil eder bunlar..”
“Rabia kızım saygılı ol biraz, ne bu afra tafra böyle.”
“Ne o Asiye Abla sen de mi bunlarla berabersin. Ben seni namaz ehli bilirdim de pek güvenirdim. Ayy, güvendiğim dağlara kar mı yağdı ne?”
“Kızım benim Müslümanlığım bana senin ki sana.”
“Sen bunları bana anlatacağına kızına anlat Asiye Abla. Maşallah Adnan Hoca’nın kızları gibi mahallede onu görünce hidayete ermeyen delikanlı kalmadı vallaa.. “
“Aaaa, ne bu be, desturrr diyoom hanımlar!.”
“Kız Bahriye, vallahi ev Meclise dönmek üzere, sen bardakları ortadan kaldır bari havada uçuşmadan..”
“Evet muhabbetin yönünü çevirelim kızlar. Ee Muhsine kızı da vermişsiniz haa. Aşk olsun bi haber vermedin yani.. “
“Vallahi Senihacığım öyle yakın akraba aramızda bir düğün ediverdik işte ne olur darılmayın lütfen.”
“Yok, yok darıldığımdan değil, ama ne derler bilirsin ”düğün olur iki kişiye kaygısı düşer deli komşuya” işin bir ucundan tutar yardım ederdik diye söylüyom. Hem bi şey diyeyim mi, bravo bu çocuklara, insanların çocuklarını ekmek almaya göndermekten çekindiği bir dönemde evlilik kararı almak cesaret işi doğrusu. “
“Doğru söylüyorsun Senihacığım üstelik ekonomi de gün be gün batağa giderken.”
“Eee ne olacak bizim halimiz, şimdi de kriz geliyor lafları dillerde. Kabul günü kadınları kronik mağdurdur. Senin oğlan gazeteci değil mi Hasene? Yazsın işte bunu, duyursun sesimizi..”
“Siz şimdi bunları bırakında Asiye’nin yaptığına bir bakın.. Yani bravo Asiye Abla bana şu limonlu, zencefilli kekin tarifini vermedin ya aşk olsun sana.”
“ Aaa delimisin nesin ayol, telefonda kek tarifi mi verilirmiş.”
“Neden verilmesin?”
“Sen hiç haber neyim izlemiyor musun? Dilsiz Nafi’nin bile telefonlarını dinliyorlarmış. Kız telefonlar sağlam değil dinleniyor, dinleniyor…”
“Amaaan sende Asiye Abla. Kim dinlesin senin benim telefonu git allasenn.”
“Şunun lafına bak. Benim keklerim dünyada birinci tamam mı. Beni dinlemeyeceklerde kimi dinleyecekler?”
O ana kadar uyuklayan Kevser Nine ne olduysa birden uyanıp sapından çıkmış keser gibi lafa girince
“ ocakta yemeğim var”,
” şimdi çocuk okuldan dönecek”
“akşama misafirim gelecek” bahaneleriyle kapı önü anında boşaldı. Kevser Nine zihin sislemeleriyle anlattıklarını unutuyor, aynı şeyleri tekrar tekrar anlatıyordu. Anlattıklarını ezberlemeyen kalmamıştı mahallede.
Besime, dedikoduda üstüne yok bu kadınların hemen hiçbiriyle yakın değildi. Ürkütücü ölçüde yakınlaştığı bir ikisinden de canı yanınca kesmişti ilişkisini. Aslında görüşmek için bir sebebi de yoktu ya da vardı da tarif edemediği, tanımlayamadığı, aradığı zaman boş verip durduğu bir şey…
Bulunca haber verir diye düşünüyorum .
Hal böyle olunca da Besime çevre çeperi boş, hali arazi gibi duruyordu hayatın içinde. Bildiği bir şeydi bu yalnızlık, gün var ki yalnızlığına ağlamak geliyordu içinden ama yalnızken de ağlamak istemiyordu.
Sıcaktı, bir duş iyi gelir deyip bedenini suya verdi. Havluya sarınırken aynaya kaydı gözü , aynanın buğusunu sildi. Oraya buraya dağılmış
damlaların arasından kendine baktı, üzgün, vasat ve yabancı diye düşündü sonra. Aynanın buğusundan geçip uzaklara gitti. Sisler içinden bir silüet, belli belirsiz bir yüz vardı. Ama dut karası gözler öyle mi? Sonra o tok, makamını çıkaramadığı güzel ses; “Ne sıcak gülüyorsun.” diyen ses.
O anı yaşar gibi içi titredi, bugüne kadar soğuk nevaleydi, ama şimdi bu, bu hoşuna gitmişti. Ayna, buğusuyla vedalaşınca gerçek dünyasına döndü yine.
Hızla giyindi, mutfağa yöneldi. Cezveyi aldı dolaptan, içine kedi çükü kadar kaşıkla yarım kaşık kahve koydu.
Karanlık çökmek üzereydi. Mevcut hüzne bir de akşamın kederi eklenince gardı iyice düştü Besime’nin. Kenar dantellerini onarmak üzere alıp da sedirin üzerinde unuttuğu yastığı aldı, evirdi, çevirdi tekrara aynı yere koydu.
Yastığın bildiğini kimse bilmez. Bildiğinin birazını fısıldadı az önce, Besime’ye duyurmadan. “Çocuk yaşta everediler bu tazeyi” dedi. O ki erken hasat edilmiş olup bir tepside olgunlaşanlardandır. “
Ahh dedim, meğer acının ve sabrın zembereği imiş onu geren.
Derken, oturduğu sedirden cama kaymış bakışları açıldı Besime’nin, pencere altından koca bir sakal üstü sarık ardında istiğfar çekerek sallanan beş on takke mırıldanarak geçip gittiler.
Kalktı, günü iki rekatsız geçirdiği düştü aklına, sığınmak gerekir dedi iç sesi. İki rekat teheccüd razı ederdi yaradanı.
Secdeye doğru yol aldı…
Kemal Ulusaler … Haziran 2024