Kemal ulusaler…Kadın öyküleri 1
Aralığın son günleri, hava ılık, güneş basbayağı yakmakta. Denizden çıkmış giyinirken kışa dair bir belirtiyi boşuna aradım ufukta. Geçip, gitmemişti sonbahar, buradaydı, hüküm sürmekteydi inatla.
Ki o müntehir yapraklar zamanı, yeşilden sarıya, kızıla ve toprağa dönüşün hikayesi.
Ülkenin iç kısımları kış ve orada bütün intihar etmiş yapraklar ince bir buz tabakası altında. İlk gidenler çoktan toprağa döndüler. Sona kalanlarsa donmuş toprakla yan yana yatıyorlar şimdi.
Ve sahipsiz bahçelerde dımdızlak ağaçlar. Birinde, her yerine çocuk kahkahaları sinmiş boş bir salıncak. O kadar benimsemiş ki işini, üzerinde hala bir çocuk varmış gibi sallanmakta hafiften.
Bir sarhoşluk hali kentin üstünde. Salıncakla beraber sallanmaktayız. Koca bir kent sallanmakta. Kentin kirli örtüsü yutmuş umutları.
Bir zikir hali çökmüş, insanlar ada vapuru gibi sallanmakta kendi boşlukları içinde. Kalabalık sohbetler bitmiş, fısıltılarla gelip fısıltılarla gidiyor insanlar.
Atılan her adım acabalar ile atılır olmuş.
Gerçek uhrevi olanla karışmış, belirsizlik sisi içinde bilmeyiz, bilemeyizler çoğalmış. -Benim yazamayız, yazamam gibi-.
Kuşku çekirgeleri, istila etmiş her yeri, ne bulursa kemirmekte, yok etmekte.
Gün ortası karanlık.
Gerçeği bilemeyiz madem, ne yapsak boş;
Ömür boyu kuşku içinde kalmak mı hoş?
Aklın varsa kadehi bırakma elden
Bu karanlıkta ha ayık olmuşsun, ha sarhoş.
Hayyam’ın ayıklıkla sarhoşluk arasına kurulmuş mey köprüsünde binlerce insan. Ne ileriye gidebiliyor ne geriye. Hafif hafif sallanıyorlar köprü üstünde sadece…
Bugün bende garip bir zikir halinde sallanıyorum. Ellerim klavyenin üstünde sabitlenmiş, kafam gidip geliyor. Yaz dediler yazacağım.
Ama ne?
Nilüferlerin de benim gibi beli belirsiz sallandığı bir havuz başındayız. Birlikte kitap okuduğumuz, tartıştığımız, hoşça vakit geçirdiğimiz ev yapımı şarapla hafiften esrikleştiğimiz, üzerine meşe palamutlarının düştüğü masa başındaki topluluk yazalım dedi;
Birer kadın hikayesi…
Yazamam diyenler, nasıl olacak diyenler hep birer birer gönderdi öykülerini. Henüz hiçbirini okumadım. Lakin yazışmalardan anlaşılan o ki yazılanlar güzeldi, okunasıydı. Çok kapılı bir eve benzer topluluğumuzun her kapısı bir hikayeye açılıyordu.
Aralığın nerdeyse son günü. Aybaşından bu yana çeşitli etkinlikleri, ve yurt dışından gelen kızım ile zamanı paylaşmayı bahane etmiş ayın sonuna gelmiştim. Artık kaçarı yoktu yazmalıydım. Lakin önümde süt tülbenti gibi bembeyaz boşluk…
Harflerin kağıda düşeni değil yüreğe düşeni makbulmüş deyip yan çizsem kabul görür müydü?
Hiç sanmıyorum.
İnanalar için Tanrının gözünde hepimiz bir değil miydik; kadın, erkek ne fark ederdi ki. Zaten Emin’de erkek hikayesi yazmış; öyle diyorlar.
Ahh Necla. Zaman elini bırakmasın!
İyi hoş kızsın amma dert açmakta da bire birsin. Nerden çıktı şimdi bu kadın hikayesi? Herkes senin gibi yazar mı? Yazabilir mi bakalım?
Murathan Mungan “Eldivenler, hikayeler” adlı kitabındaki
“ Krepen’in Duvarı” –öyküsü için şöyle der;” Krepen Meyhanesinde üç kişiydik. Meyhane duvarı boydan boya siyah beyaz müşteri fotoğraflarıyla kaplıydı. Meyhane çıkışında bir öykü anlattım. Çok güzel bir öykü dediler, ne zaman yazdın? Az önce dedim. Üçümüzde aynı masada oturmuş aynı duvara bakmıştık. Ama o duvardan o an bir öykü çıkaran bendim. Bu, benim yeteneğimle ilgili olduğu kadar, mesleki deformasyonumla da ilgiliydi. Farkında olarak ya da olmayarak dünyadaki her şeye yazılacak bir şey gözüyle bakıyordum.”
Sanki Mungan’ın yanındaki o iki kişiden biri bendim. Ne o yeteneğe sahiptim ne de o mesleki deformasyondan mustariptim. Bunu bile bile yazalım dediniz. Aşk olsun size. Üstelik sıradan bir hikayede değil bir kadın hikayesi…
Bir kadının içinde 288 gün kalıp kadını yazamamanın paradoksunu yaşıyordum.
Bir kadından yardım almalıyım dedim kendi kendime. Topluluk kural koymamıştı nasılsa. Yardım alamazsın dememişti kimse. İşte bir açık kapı…
Dünya kuruldu kuralı bütün periler kadındı. O güzel kanatlı perilerden biri, örneğin ilham perisi bana yardım edebilirdi. Gelin görün ki o da sırtını döndü; “Benden sana hayır yok” dercesine.
Ne olduysa oldu, içimde giderek koyulaşan zamanı çalkaladıkça ufkum açılmaya başladı. Birden rüzgarla elimden kayan bir şal gibi boşluğa uçup gitti kaygılar.
Başım çatlayacak gibi ağrısa da ruh minem dayanıklı çıktı, çatlamadı. Tek celsede ayrıldım yazamama korkusundan.
İlacımı bulmuştum; Deniz.
Sahile indim, balıkçı barınağına…
“Sen aynadan içeri bakarsan, ayna içinden bir sen de sana bakar. Sen zihninin derinliklerine bakarsan o derinliklerden bir çift göz de sana bakar. Her daim içine bakabilmeyi bilen insan dünyayı diğerlerinden daha iyi görür. “
İşte görmeye başlamıştım bile…
Kırkçıkmaz Mahallesi’nde Mahmıre’nin kırkı yeni çıkmıştı. Mahmıre’yi yazabilirdim mesela.
Umutlanmıştım; Artık zürafaların klarnet çaldığı eğri damlı büğrü evlerde dümbelek çalınabilir, yeşermiş kiremitlerin boyun devirdiği, üzeri mor salkımlarla bezenmiş balkonlarda rakı sofraları kurulabilirdi.
Rakı değil ama soğuk biram vardı. Oturdum.
Güneş, kızıl bir tepsi gibi ufuktan çekilip hava gölgelenmeye başladığında kırlangıçların bıçak gibi kestiği alaca karanlıktan sızan ince yel boynumu, göğsümü gıdıklamaya başlamıştı.
Mahmıre’yi değil Perihanı yazacaktım, kısaca Peri’yi.
O esnada O, derme çatma balıkçı barınağına ince / tiz pat patlarla girdi. Doğruca dipteki boşluğa yanaştı. Sol yanağı çizik kırmızı mavi sandaldan karaya atladı ve elindeki yıpranmış halatı paslı halkaya bağladı. Ağrıyan belini tutu, omuzlarını arkaya doğru berkitti. kapuşonunu başına geçirdi ve ağır adımlarla, kıyıya dizilmiş ahhsız, vahhsız gün batırmayan evlere doğru yöneldi. Eğri damlı büğrü evlerden birinin kapısını aralayıp girdi.
Kapanan kapıyla birlikte sıçrayarak sıyrıldı düş aleminden. İçeriye büyük bir gürültüyle girenlere okkalı bir eşşoğlusu çekti.
Camın buğusunu elinin tersiyle silip uzun uzun baktı dışarıya. Su birikintisindeki ışıklara baktı, denize düşen titrek ışıklara gitti yine aklı. Zaten deniz hiç aklından çıkmıyordu ki. Ancak ne çare, ayrı düşmüştü işte. Bu ayrılık kahvenin cızırtılı radyosundan kahveye dağılan şarkıya da pek denk düşüyordu;
Bahçelerde taş attım vişneye
Kimseler sevdiğinden ayrı düşmeye.
“Rahmetli anacığım ne severdi bu türküyü” derken ona baktığımı yeni fark ediyordu.
Kahvenin vitraylı camlarından içeriye inen ışık ve renk yağmurunun altında oturuyordu Peri. Önünde bir tepsi balık, oltadan yeni çıkmış. Kalktım, karşısına bir sandalye çekip oturdum. Öylesine bakıştık önce sonra gözlerimiz masadaki tepsiye, tepsideki patlak göz mercana, mercanın yarı saydam kocaman gözlerine kaydı. Bir çift saydam göz büyüdü, büyüdü, büyüdü bizi içine çekti…
Şimdi denizdeydik ya da değil. Bir boşluk içerisindeydik. Oysa deniz, bacaklarını ufka açmış sakin, çırpıntısız bir eylemle güneşi az önce doğurmuştu. Ama yoğun sis altında yok hükmündeydi.
Ufuk çizgisi de yoktu. Çizgisiz bir dünyadaydık. Oysa çizgiler ahir ömrümüzde ne kadar büyük yer tutuyordu. Çizgisiz yapamaz, daha da öteye geçer kırmızı çizgiler çekerdik hayatımıza. Bakıcının açtığı çizgisiz avuç karşısındaki çaresizliği ve şaşkınlığı içindeydik. Sadece uçsuz bucaksız sessizlik…
Sessizliği Peri bozdu. Mutluyduk dedi bir zamanlar. Ben ve Mercan Kaptan. Aha bu yaşlı sandal şahidimdir.
Lakin bu mutluluk Mercan Kaptan’a yetmedi. O iki evlat istiyordu. İsimleri bile belli olan; biri Derin, biri Deniz olacaktı.
Derin, Deniz…
Bense eksiktim, eksikliğimin çaresizliği içinde yanmaktaydım. Elimden tutansa yoktu. Başta Mercan Kaptan. En çok bu koyardı bana.
Elin yangınımı körüklemesine aldırmazdım. Onlar öyleydi işte; ahsız , vahsız gün batırmaz, deli gibi severlerken yokuşlarını, taparcasına sahiplenirlerken çıkmazlarını, senin, benim çıkmazımıza takarlardı. Onlar öyleydi ama illaki Kaptan, o öyle olmamalıydı. Olmamalıydı.
Gözleri yaşlı sandalın ıskarmozlarına takıldı. Gerisini getiremedi.
Gerisini yaşlı sandaldan dinledim. Bir rivayete göre patlak gözlü mercan çekmişti Mercan Kaptanı suya. Bir rivayete göreyse Sirenler. Sirenler ya da Peri…Ne fark ederdi ki…
Şimdi Mercan Kaptan derin denizdeydi.
Artık hiç kimse Peri’yi eksikliğiyle suçlayamazdı. Eri olmayan nasıl doğursundu ki.
Güneş ekşimiş, yükselmiş ve sis dağılmıştı. Şimdi tüm çizgiler ayan beyan.
Perinin yüzündekilere takıldı gözüm, bir hayli derindiler.
Çizgileri derin, gözleri deniz Peri.
O masmavi deniz gözleriyle denizden yeni çıkmış patlak gözlü mercana bakırken mercan ağzını son bir defa sessizce açıp kapadı. Yine de seni sevdim der gibi…
Kemal Ulusaler…Şubat -2023