Yolda!..
Tren kendini bırakarak durdu. Millet çoktan ayaklanmıştı. Hiç sevmem böyle telaşe memuru tipleri. Sanki benim sevmediğimi bilirlermiş gibi onlarda hep üstüme üstüme gelirler ki bu beni fena halde kızdırır. Üstelik bu tipler tek tek dolaşmazlar. İşte yine hepsi birden kapının önüne yığıldılar bile. Birbirlerine sürtüne sürtüne tıkış tıkış kapının önünde bekleşmekteler.. Sanki ayaklanmasalar orada kalacaklar. Hoş kalsalar ne olur ki?
Kapılar açıldı..
İtiş kakış halinde iniş başladı. Dışarıda bekleyenler içeridekilerden pek de farklı değildi. Daha çıkış bitmeden, giriş telaşı başlamış, omuzlar birbirine vurulup, tuhaf bir temas yoğunluğu yaşanmaktaydı. Suratlara bakarsanız durumdan kimse memnun değildi. Ama, yine de bildiklerini okumaktaydılar işte.. Kitlenin büyük bir kısmı yürüyen merdivenlere yönelmişti. Genci, yaşlısı hepsi kaba götlü bu milletin. İki adım merdiven çıktımı yorulurlar.
Böyle durumlarda rahmetli ninemi anımsamadan edemez o kaba ama o derecede yerini bulan sözlerini şöyle bir mırıldanırım ;
“ İki kaşık merdiven be oğlum yürüsen ne olcek, yürüvede semer götün erisin biraz.”
Ben merdivenlere yönelir kalabalıktan kaçarım hep. Merdivenleri hızla çıkar sonra ikinci kademede, nispeten daha boş olan yürüyen merdiveni yakalar ve öyle devam ederim.. Merdivenleri sağdan adımlarken, kitlenin sola doğru evrildiğini fark ettim. Ulan, siyasi hayatta da böyle birden bire sola evrilseniz, bir kerecik evrilseniz dişimi kıracağım ya neyse. Kafamı kaldırdım ki ne göreyim, kalın mantolu, eli bastonlu- ki bastonunu silah gibi öne doğru tutup kendine yol açmakta olan mestli ayaklarına lastik ayakkabı geçirmiş, babaannem kılıklı bir teyze tin tin, sağdan, soğuk madeni tırabzanlara tutuna tutuna üzerime doğru gelmiyor mu? Gayri ihtiyarı kendimi sola attım. Koca bir manda gibi soluya soluya yanımdan geçti.
Sahanlığa çıkıp yürüyen merdivenlere yöneldim, önümde kısa etekli genç bir kadından başka kimse yoktu. Merdiven tırabzanlarına mecbur kalmadıkça tutunmam, piypirikliyimdir biraz. Hastalık derecesinde değil, ama biraz işte .. Ama ellerimi cebime de sokmam, merdiven aniden durur murur neme lazım. Her daim tetikteyimdir yani. Merdiven aniden durursa hemen lastik tırabzana tutunuverecek konumdayımdır hep. İşte böyle tetikte, önümde bir çift güzel bacakla yukarı doğru çıkarken langadanak bir omuz omuzuma dokunmasın mı. En sevmediğim tiplerden biri de işte bunlardır; yürüyen merdivende yürüyen zontalar. Kardeşim, illa da yürüyeceksen, işte duran merdiven, hemen yanda, yürü oradan .Yaşlısı var, çocuklusu var, benim gibileri var, ne diye rahatsız edersin ki insanları? Ama, Belediye de bu kafada. Zonta yani.. Bir ara bir uyarı yazısı asmışlardı, sonra kaldırdılar:
“Yürüyen merdivenlerde lütfen sağ tarafı kullanınız, yürüyenlere yol veriniz!”
Salaklığın daniskası.. Üstelik bunu söyleyen belediye. Belediye değil elbette, Belediyenin dili falan yok ki söylesin. Aslında belediyede her nasılsa kendine yer bulmuş hödüğün biri..
.Neyse birileri bunun doğru olmadığını söylemiş olacak ki o anlamsız yazıyı kaldırdılar oradan..
İkinci sahanlığa çıktığımda önce yanlış yöne yürüdüm, sonra fark ettim ki, gittiğim yön yanlış, geri dönüp, hedefime uygun çıkışa yöneldim. Bazı böyle tersim döner benim..
Sağlı sollu, vitrinleri tıkış tıkış olan dükkanlarla kaplı çarşı koridorundayım şimdi; böyle tıkış tıkış vitrinleri de sevmem ben, insanın içini daraltırlar. Yer altı çarşısının uğultulu koridorunda birilerine çarpmadan ya da birileri bana çarpmadan yürümeye çalıştım.
Bir yandan da tiplere bakıyordum. Ben böyleyimdir işte, etrafımdaki tipleri keser, onlara roller biçerim sık sık ..
İşte ilginç bir sahne daha, hemen önümde bol pantolonlu, koca çember sakallı bir Arap ve önünde de başı örtülü, uzun kiremit rengi mantolu, gözlüklü yaşlıca bir kadın. Herif elleri cebinde salak salak vitrinlere bakıyor.. Zihnimdeki tiplere nedense aykırı bir duruşu, yürüyüşü vardı. Her nedense zihnimde, önde erkek arkasında çarşaflı, peçeli birkaç kadın olan bir Arap erkeği yer etmişti. Üstelik bu Arap erkeği vitrinlerden çok etrafından gelen geçen kadınların bacaklarına, kıçlarına gözünü dikmiş bir erkek olurdu hep. Bu başkaydı ama, ilginçti yani..
Her neyse son çıkış merdivenlerini de yakalayıp temiz havaya çıktım. Temiz hava dediğime bakmayın, etrafı yüksek binalarla çevrilmiş, tıklım tıkış araba dolu bir caddeye açılan kaldırım, ne kadar temiz havaya sahip olabilir ki.. Benimkisi laf olsun beri gelsin türünden işte.. Ama buna da neden olan her halde o gün havanın bahara çalan, baharı koklayan bir türden olmasıydı..
Güneş ısıttım, ısıtacam havasında, ortam ise, ısındım ısınacam havasındaydı. Bir birlerine öyle sarmaş dolaş, öpüşelim mi vaziyetindeydi yani. Seksi bir havaydı anlayacağınız.. Kalabalık yine yerli yerindeydi ve kaldırıma sığmıyordu. Aslında bu kadar geniş bir kaldırımı böylesine daraltmayı beceren başka bir topluluk var mıdır, bilemiyorum. Bir yanda otobüs durakları, bir yanda vitrinlerin önüne konuşlanmış piyangocular ve öte beri satan işportacılar, dükkanların önüne çıkartılmış tozlu mankenler, orta yerde simitçiler,poğçacılar..
Kendimi nispeten daha sakin olan dükkanların önüne doğru attım. Gözlerim yine ilginç bir tip, ilginç bir durum yakalar mıyım diye etrafı kolaçan ediyorken birden onu gördüm; uzun boylu, bol sarımsı renk pantolonlu, kısa turuncumsu ceketli, kikirik, esmerce bir melez erkek.. Ellerini kısa ceketinin cebine sokmuş, düşünceli düşünceli yürüyordu. Genelde bu tipleri neşeli görürdüm hep, oysa bu olağan üstü durgundu. İlginç bir tipti anlayacağınız. Tipi daha da ilginç yapan kısacık ceketinin ceplerine ellerini sokmuş olmasıydı. Bu, ceplere sokulmuş, kırık uzun kollarla, tıpkı tahta bir kukla gibi, epeyce komik görünüyordu yani.. Hani anlarım, insanlar ellerini pantolon cebine sokarak yürürler, palto cebine sokarak yürürler ama böyle eli ceket cebinde yürüyenine pek rastlayamazsınız.. Sizce de ilginç değil mi?
Böyle vitrinlere sürüne sürüne yürürken birden, yer altındaki, çoğunluk, don-sütyen satan pasajdan, havalı saçları, kısacık etekleriyle iki hatun fırladı ki bir an feleğim şaştı. Ama çabuk toparlandım. Bu gibi durumlarda kendimi çabuk toparlarım ben. Onlar her ne kadar kendilerini dağıtmış ta olsa . Çok geçmedi, hemen, ısırıcı erkek gözleri karanlıkta parlayan kedi gözleri gibi etraflarına üşüştü. Bu gibi durumları da pek sevmem ben, yönümü sola çevirdim ve Down sendromluların işlettiği vitrininde pembe pul şekerli yaş pastaların bulunduğu kafeyi geçip köşeyi döndüm. Burnuma fırından taşan yoğun simit kokusu doldu bir anda. Bu köşeyi dönünce hep böyle olur. Simit, poğça kokusu dolar burnuma..
Karşıya geçip bankanın önünden yürüdüm. Bu kez bankanın önüne konuşlanmış, ucuz büjiteri satan gıcık tip yerinde yoktu. Tezgahı oradaydı, ama kendisi yoktu işte. Herhalde çişe gitti diye düşündüm. Gerçekten gıcık bir tipti. Kadınlar, hiç yabancılık çekmeden, saçlarını bu tipin ellerine emanet etmiyorlar mıydı, en gıcık olduğum da bu yanıydı işte. Çoğunluk, etrafında bir çok kadın üşüşmüş görürdüm onu. Onu bir tür yapmacık havalarda, kimi bir kadına ürünleri hakkında laf yetiştirirken, kimi de birinin saçlarını büyük, ünlü bir kuaför edasıyla tarayıp kıytırık bir tokayı tutuşturarak, ne kadar çok yakıştığını, elinde ayna, ballandır ballandıra anlatırken görmek, beni daha da sinir ederdi. Elbette bu duruma benim ne kadar sinir olduğumun farkında falan değildi yani.. Bu kez onu orada görmemiş olmanın erinciyle dönerleri yeni kesmeye başlayan, yarı dönerci, yarı market bozmasının önünden hızla geçtim.
Hemen yanındaki mağazanın vitrinine, burnunu yapıştırmış, elleri at gözlüğü gibi şakaklarında, içerideki kışlıklara bakan ihtiyarımsı herif dikkatimi çekti. İçerideki kışlıklara mı bakıyordu, yoksa içeride, bacak bacak üstüne atmış, terlik filan deneyen kadınların bacaklarına mı pek anlayamadım. Bu tür tiplerde canımı sıkar benim, hoşlanmam böylelerinden yani.. Adam görmek için mi görünmek için mi yaratılmış anlayamazsınız.
Eriyen karların, sularını, yollara bıraktığı, ıslak sokağı sıçraya sıçraya geçtim. Önünde, bir manda kadar iri ayyakkabı maketi bulunan ayakkabıcı dükkanını geçip hemen yanındaki binaya girdim.
Ve perde indi, ışıklar yandı.
İşte bu kadar kısa ve düz bir perdeydi bu, beş dakikalık bir kent yolculuğunu anlatan…
Kemal Ulusaler Şubat 2015