Home / KIRK ANBAR / ENERJİ / HİÇLERİN YOKSULLUĞU

HİÇLERİN YOKSULLUĞU

Kemal Ulusaler….Nisan 2023

HİÇLERİN YOKSULLUĞU .

Bu yazıda enerjinin toplumsal etkilerinden ve daha çok da, enerji yoksunluğu ve yoksulluğu üzerinde duracağım ve hak kavramını  irdeleyeceğim.

Antik metafizik, hiçliği, var olmayan olarak kabul ediyor. Ama günümüz neoliberalizmi, yine metafiziğe başvurarak, metafiziğin bir mottosunu kullanıyor, “Hiçbir şeyden hiçbir şey olmaz” diyor.

Bu anlayış ve bakış açısı bizim konumuzla da birebir oturuyor aslında. Dünyada milyarlarca yoksul ve yoksun var. Burada, konumuz olan enerji yoksullarından bahsedeceğim. Bu insanlar neoliberalizm tarafından görünmez kabul ediliyor, yok hükmünde kabul ediliyor. Dolayısıyla, böyle bir motto kullanıyor. Neoliberalizme göre bu yoksullar ancak kâğıt üstünde varlar, daha ötesi yok. Gerçek dünyaya geçildiğinde yok hükmündeler. Düz mantık şu; “günde ancak 1,9 dolar harcayabilen kişinin bana bir faydası olmaz, öyleyse yok hükmündedir.”

Aslında bu hiçlik felsefesi çok eski bir felsefe, Hoca Nasrettin’e kadar gitmekte. Hoca’nın halk arasında adının ve mesellerinin sık sık geçmesi üzerine  Mutasarrıf Hoca’yı çağırıp: “Hoca, gel bakalım. Herkes senden bahsediyor. Nedir bu? Dikkatini çekiyorsun insanların, amacın nedir, hangi makama göz diktin?”

Hoca, “Hiç” diyor.

“Hiç olur mu, vardır bir derdin, söyle! ”

Hoca, “Peki Sayın Mutasarrıf, sizin amacınız, hedefiniz nedir?

Bugün nesiniz; mutasarrıf. Peki, yarın?

“Belki vali” diyor. Mutasarrıf

“Sonra?”

“Olursa vezir”

“Sonra?”

“Sadrazamlık da fena olmaz”

Hoca, “Daha sonra?” deyince, Mutasarrıf, Padişahlığa kadar gidemiyor ve “Hiç” diyor. Bunun üzerine Hoca, “İyi ya Sayın Mutasarrıf, sizin yıllar sonra uğraşıp geleceğiniz hiçlik makamına ben şimdi zaten geldim, işte hiçlik makamındayım.”

Nasrettin Hoca’nın da benimsediği bu hiçlik makamı felsefesini, geçtiğimiz yüzyılda Sartre, “Var olmak kendi içindeyi hiçleştirmektir” diyerek ortaya koymuş. Yani kişinin kendisini özgürleştirmesini var olmak olarak görüyor.

 

Şimdi, gelelim “Hiçlerin” var olma meselesine, başka bir deyişle “Hak meselesine”…

İnsanlar özgür olduğu sürece, özgürlüklerini kazandığı sürece, hak mücadelesini yaptığı sürece var olacaklardır.

Enerjinin toplumsal etkilerini, siyasi, iktisadi, sosyal ve çevresel etkiler olarak görebiliriz, bu başlıklar altında toplayabiliriz. Sosyal etkiler içinde, enerjiye erişebilirlik meselesi vardır. Bunu, tersten bakarsak, yoksunluk olarak da tanımlayabiliriz. Bir de kullanabilirlik meselesi var. Bunu da, yoksulluk olarak adlandırabiliriz, tanımlayabiliriz. Yani enerjiye ulaşamamak, yoksunluktur. Ulaşabilirsiniz; ama günümüz koşullarında sahip olamazsınız, satın alamazsınız, o hizmetten yararlanamazsınız. Bu da yoksulluk olarak tanımlanabilir.

Çok kısa bir dünya turu yapalım:

Halen dünyada 844 milyon insan temiz içme suyuna ulaşamamakta. 2.3 milyar insan ise tuvalet ve temel temizlik tesislerine erişememekte.  1,9 milyar insan modern pişirme olanaklarından yoksun olup, odun, tezek ve benzeri yakıtlarla ihtiyaç giderebilmekte. Isınma olanaklarından yoksun olup, son derecek kötü şartlarda yaşayanlar ise 1.1 milyar. Ayrıca 1.2 milyar insan da elektrikten mahrum yaşıyor. Burada bir ulaşım meselesi var. Ulaşım sorunu yaşayanların sayısı henüz daha tespit edilememiş; dünyada bu tür bir sorun yaşayan ne kadar insan var, böyle bir çalışma net olarak yapılmış değil, en azından ben literatürde bulamadım.

COVID-19 küresel salgınından önce ve halihazır hayat pahalılığı krizi dikkate alındığında dahi, mevcut veriler, gelişmekte olan 111 ülkede 1,2 milyar insanın akut çok boyutlu yoksulluk içinde yaşadığını gösteriyor. Bu rakam, yoksulluğun günde 1,90 ABD Dolarından az gelirle geçinmek olarak tanımlandığı durumda yoksul olarak nitelenen kitlenin yaklaşık iki katını temsil ediyor.

  • Yoksul insanların %50’sinden fazlası (593 milyon), hem elektrik hem de temiz pişirme yakıtından yoksun.
  • Yoksul insanların yaklaşık %40’ının (437 milyon) ne içme suyuna ne de sanitasyona erişimi var.
  • Yoksul insanların %30’undan fazlası (374 milyon) eş anlı olarak beslenme, pişirme yakıtı, sanitasyon ve konuttan yoksun.

Rapor, yoksullukla mücadelede daha etkin yollar ararken bu örüntüleri anlamanın önemini vurguluyor. “Örneğin Laos DHC’de, pişirme yakıtına erişimi olmayan aileler çocuklarını okula gönderemiyor çünkü çocuklar her gün odun toplamakla uğraşıyor. Yani, yakıt sorunu çözülmedikçe, köye okul yapmak yeterli olamıyor” diyor. ( UNDP 2022 Raporu)

 

Yoksunluk neler getirir, nelere neden olur? Bir kere hastalıklara neden olur. Temiz içme suyundan yoksunluk sonucu her yıl -çoğu çocuk- sadece ishalden 829 bin kişi ölüyor. Her yıl 3.1 milyon kişi, özellikle kadınlar, çocuklar, odun ve biyokütlenin kuzinelerde, yani soba benzeri ocaklarda tüketilmesi sonucu, o kapalı ortamlarda oluşan hava kirliliğinden dolayı oluşan solunum yolu hastalıkları nedeniyle ölmekte.

Burada dikkatimizi çeken başka bir şey var: Dünyada büyük konserler yapılır, büyük kampanyalar yapılır, paralar toplanır, aids ve buna benzer hastalıklara dikkat çekmek için. Ama mesela, hiç kimsenin dikkatini çekmez bu konu. Sıtmadan yılda 1.2 milyon ve HİV’den 1.5 milyon kişi hayatını kaybediyor. Ama bu tür sağlık sorunlarından, hava kirliliğinden kaynaklı solunum yolu hastalıklarından dolayı yılda 3.5 milyon kişi ölüyor. Diğerlerinin iki katı. Ama kimsenin dikkatini çekmez bu.

 

Yoksunluk, eğitim yönünden mahrumiyet demektir. Sağlıklı aydınlanma olanağından mahrum olan binlerce, milyonlarca çocuk, genç, genç kız, hatta insan, bırakın sağlıklı eğitimi, okuryazar bile olamamaktadır. Zamanlarının büyük çoğunluğunda -özellikle Sahra altı Afrika’da ve Hindistan’da bu çok yaygındır- çok uzak mesafelerden yürüyerek su taşırlar, odun taşırlar  ve bunları eve getirip, yemek pişirme işinde kullanırlar. Bu tür işler onların eğitimine zaten zaman bırakmaz, sadece yaşamak için ayaktadırlar.

Yoksul evler güvenlik zaafı içindedir. Dünyanın büyük çoğunluğunda evler gazyağı lambaları ve buna benzer açık ateşle aydınlatılmaya çalışılır, milyonlarca hanede de yangınlar kaçınılmaz hale gelir. Ayrıca temiz enerjiye, yani temiz yakıtla ısınmaya ulaşamadığından dolayı ölüyor bu insanlar. Ama bu da kimsenin dikkatini çekmez; hep adli olay olarak gelir geçer.

Enerji yoksunluğu göçleri tetikler. Enerji yoksunluğu sonucu insanlar yaşadıkları kırsaldan kaçar, kentlere taşınırlar, kentlere akarlar ve beraberlerinde  oradaki sorunları da kırdan kente taşımış olurlar. Dolayısıyla, söz ettiğimiz sorunlar  çeyrek yüzyıldır artık kentlerde de yaşanmakta. Kentlerde de artık yakıt yoksulluğundan çok daha sık bahsedilmeye başlandı.

Bu göçler çok önemli. Yaklaşık her 35 kişiden birisi göçmen dünyada. Kaçmalarının nedenlerinden biri de bu, yoksulluk.

ABD merkezli anket şirketi Gallup’un araştırmasına göre, 2021 yılında dünyadaki yetişkinlerin yüzde 16’sına tekabül eden yaklaşık 900 milyon kişinin imkan bulabilirse ülkesini kalıcı olarak terk etmek istediğini gösterdi.

Bu da göç haritası. Dikkat ederseniz, nerelerden nerelere göç edildiğini görebilirsiniz. Enerji yoksunluğunun en yoğun yaşandığı yerlerden diğer taraflara bir göç olduğunu bu harita da zaten bize gösteriyor.

En çok dikkatimizi çeken meselelerden bir tanesi şu: Sadece Sahra altından ya da Pasifik’ten, Hindistan’dan bahsetmiyoruz; onun dışında, son çeyrek yüzyıl içerisinde artık gelişmiş ülkelerde de enerji yoksulluğu, özellikle de yakıt yoksulluğu çok dikkat çekici hale gelmiştir.

Aşağıdaki harita; Avrupa’da yakıt yoksulluğuna maruz kalan bölümleri gösteriyor.

 

Yakıt yoksulluğu ne getiriyor? Soğuk evlerde yaşam sonucu dolaylı grip, kalp hastalığı, felç, astım gibi hastalıkları tetikliyor. Özellikle yaşlılar ve çocuklar bundan en çok etkilenen risk grupları. Diğer yandan, hane gelirlerinin büyük bir kısmı da ısınmaya harcandığından, dolayısıyla beslenmeden kısılıyor ve yetersiz beslenme sonucu başka sağlık sorunları gündeme gelebiliyor.

Yakıt yoksulluğu, dediğimiz gibi, salt gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de çok görülen bir şey. İngiltere, İspanya, Japonya gibi ülkelerin de sorunu haline geldi artık. İngiltere’de nisan ayından itibaren enerji faturalarının tavan fiyatı yüzde 54 oranında yükseltildi. Gelirinin en az yüzde 10’unu enerji faturalarını ödemeye ayıran ‘yakıt stresindeki’ hane halkı sayısının bu artışla 5 milyon haneye yükseleceği tahmin ediliyor.

İngiltere’de nisan ayından itibaren enerji faturalarına getirilen genel tavan fiyat uygulaması yüzde 54 oranında yükseltildi. Tavan ücretin iki katından fazla yükselişi 22 milyon tüketici için doğal gaz ve elektrik faturalarında yaklaşık yılda 700 sterlin (yaklaşık 14 bin tl) artış anlamına geliyor.

Bizatihi kamunun, devletin kendisi de, yerel yönetimler de bunu yenebilmek için neler yapabiliriz diye çaba içerisine girmeye başladılar. İngiltere’de en çok tartışılan konulardan birisi son zamanlarda bu olmaya başladı. Bu 1990’lardan sonra hızla artmaya başladı. Bu durum özelleştirmenin bir sonucu aslında. Doğalgaz fiyatlarının hızla yükselmesi ve artık sübvansiyonların da yetmez olması sonucu gelinen nokta işte budur.

Sadece ısınmayla ilgili değil, soğutmayla da ilgili aslında bir yoksunluk söz konusu. Yükselen elektrik maliyetleri, elektrik faturalarından dolayı, ben burada Yunanistan örneğini verdim, ama İtalya da dâhil olmak üzere Akdeniz ülkelerinin pek çoğunda insanlar yaz aylarında klimalarını çalıştırmaktan imtina ediyor; çünkü elektrik faturaları çok kabarık geliyor. Dolayısıyla, normal yaşam standartları düşüyor. Bu da ayrı bir yoksulluk.

Enerji yoksulluğu, esas olarak hane halkını etkilediği için özel doğası ve karmaşıklığı nedeniyle, AB’de daha fazla ele alınması gereken önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Eurostat’ın rakamlarına göre yaklaşık 35 milyon AB vatandaşı (AB nüfusunun yaklaşık %8’i) 2020 yılında evlerini yeterince sıcak tutamadı. 2021’de başlayan ve Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesiyle daha da kötüleşen enerji fiyatlarındaki artış, COVID-19 krizinin etkisiyle birlikte, birçok AB vatandaşı için zaten zor olan durumu daha da kötüleştirmiş olabilir.

Ulusal Enerji ve İklim Planlarında (NECP’ler) enerji yoksulluğunu değerlendirme yükümlülüklerinin bir parçası olarak , birkaç AB ülkesi hedeflenen önlemleri ulusal stratejilerine entegre etti ve enerji yoksulluğunun üstesinden gelmek için kendi tanımlarını, ölçüm ve izleme yöntemlerini ve çözümlerini geliştiriyor. 2020’de, AB ülkelerinin enerji yoksulluğuyla mücadele çabalarını desteklemek için Komisyon, Yenileme dalgası stratejisinin bir parçası olarak yayınlanan enerji yoksulluğu hakkında bir Tavsiye Kararı yayınladı. Tavsiye, enerji yoksulluğunu ölçmek için yeterli göstergeler hakkında rehberlik sağlar, AB ülkeleri arasında en iyi uygulamaların paylaşımını teşvik eder ve savunmasız grupları hedef alan önlemlere öncelik veren AB finansman programlarına erişim potansiyelini tanımlar. AB’de nüfusun yaklaşık % 7’si 2021’de evini doğru düzgün ısıtamadı.

.İspanyol hanelerinin yüzde 10’unun enerji yoksunluğu içerisinde olduğu saptanmış. Japonya, bütçesinden yaklaşık 5 milyar doları bu iş için ayırmış.

Dünya böyle bir sorun içinde. Hemen oradan Türkiye’ye gelip, birkaç şey söyleyeyim. Yaklaşık 10 yıl önce hazırladığım bir yazıdaki verileri bu yazıda da kullanacağım. Zira TÜİK’in verilerine ben dahil inanan kimse yok bu ülkede.

Rakamlar şöyle: Yoksulluk sınırı altında olanlar yüzde 16.3, sürekli yoksulluk riski altında olanlar yüzde 16. Bunların ikisini toplarsanız, yoksul ve yoksulluk riski yaşayanlar yüzde 32.3. Yani her 3 kişiden birisi ya yoksul, ya yoksulluk riski altında Türkiye’de. Bunlar enerji yoksulluğuna da yansıyor tabii. Isınma sorunu yaşadığını beyan edenlerin oranı yüzde 46.6. Ciddi finansman sıkıntısıyla karşı karşıya olduğunu söyleyenler de yüzde 59. Bunlar, Türkiye’de enerji yoksulluğu ve yoksunluğunun hangi boyutlara geldiğini gösteren başka rakamlar.

Enerji yoksulluğu, dünya ölçeğinde şöyle tanımlanmaktadır: Hane halkı gelirinin yüzde 25’inin üzerinde kısmını enerjiye harcıyorsanız yoksulsunuz. Yüzde 10 yakıt yoksulluğu, yüzde 10 elektrik, yüzde 5 de su için ayırmışlar. Bunları topladığınızda, eğer hane halkı toplam gelirinin yüzde 25’inden fazlasını enerjiye harcıyorsanız yoksulsunuz demektir.

 

Bu konuda dünyada, özellikle de Avrupa Birliğinde pek çok araştırmalar, 8 ülkede pilot çalışmalar vesaireler yapılmaya başlanmışken, Türkiye’de hiçbir çalışma şu ana kadar yok, az önce sözünü ettiğim çalışmanın dışında. Bu çalışmayı aslında kamunun ya da kamu kadar güçlü kuruluşların bir şekilde yapması lazım, belki üniversitelerin yapması lazım.

Enerji yoksulluğunun Türkiye’de yüzde 30’ların üzerinde olduğunu gösteren bir durum mevcut. Ki daha çok Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu’da toplanıyor enerji yoksulluğu ve yoksunluğu.

Zaten Türkiye yoksulluk haritası da onu bir şekilde anlatıyor. Şurada gördüğünüz bölge, genel yoksulluğu tarifleyen bölge, ama enerji yoksulluğu da buna hemen hemen birebir oturuyor.

 

Yakıt yoksulluğu dedik. Türkiye’de enerjinin yaklaşık yüzde 37’si binalarda kullanılıyor. Enerjinin yüzde 70’i de binalarda ısıtmaya gidiyor. Bu da oldukça önemli.

Gelelim son noktaya. Einstein’ın bir sözü var: “Bir sorun, onu yaratan zihniyetle çözülemez.” Bu sorun nasıl çözülecek? Avrupa Birliği bu işle ilgileniyor, üzerinde duruyor dedik. Ama nereye kadar götürebilir?

1990’lardan itibaren bu konu dünyanın da dikkatini çekmeye başladı. Ama biz şunu söyleyebiliriz: Eğri cetvelden doğru çizgi beklemek meselesidir bu. Buradan doğru çizgiyi kolay kolay yakalayamayız.

Enerji yoksunluğu ve yoksulluğu sorununa son yıllarda UNDP, Birleşmiş Milletler, Enerji Ajansı, OPEC bile kafa yormaya başlamış.

Burada haklar meselesine değineceğiz dedim.

İnsan hakları ve birey hakları ve toplumsal haklar çeşitli yerlerde kâğıt üzerinde yazılmış. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yazılmış, değişik yerlerde yazılmış; ama hep kâğıt üstünde. Yine de kâğıt üstünde ne var bir bakalım.

Mesela, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar” diyor. Bu “eşit” lafının altını çizmek lazım. Çünkü aslında pek çok şey buradan yola çıkarak çözülebilir.

  1. Maddede, “Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım hakkı vardır” derken, bunlar aslında enerjiye de yansıyor. Çünkü az önce sözünü ettik, enerji olmazsa sağlığın nasıl bozulduğuna, refahın ve beslenmenin nasıl bozulduğuna değindik. Birebir örtüşüyor.

Madde 27, “Herkes, toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir” diyor. Eğer enerji yoksunuysanız, bunları zaten yapamıyorsunuz demektir.

T.C.Anayasası:

Madde 42- Kimse , eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.

Madde 56- Herkes, sağlık ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.

Madde 61-Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.

Yaşlılar, Devletçe korunur.

Devlet, korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması için her türlü tedbiri alır.

Anayasa, bireysel haklarda eğitimden bahsediyor, sağlıktan bahsediyor; risk gruplarından, sakat ve korunması gerekenlerden, çocuklardan, yaşlılardan vesaire bahsediyor ve “Devletçe korunur” diyor. Ama bütün bunlar enerji yoksunluğu ve yoksulluğunun tetiklediği haklara tekabül ediyor.

Bir de toplumları oluşturan bireylerin kullanımına açık olan mal ve hizmetlerin kullanımı var, toplumsal mallar dediğimiz. Bunların hepsi aslında toplumsal olan varlıklardan kaynaklanıyor. Güneş, su, rüzgâr; bütün bunların topluma ait yeraltı ve yerüstü varlıkları olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, bunların da toplumsal hizmetler içerisinde bir hak olması gerektiğini vurgulamak gerekir.

“Bu tür hakların kamusal hizmet olmasından dolayı…” diyor. Ki bu TMMOB’nin Enerji Raporundan alınmış bir şeydir, TMMOB böyle bakıyor. Bunu okuyacağım, TMMOB’nin nasıl baktığını: “Her yönetim sisteminde bu tür hizmetlerin üretilip tüketilmesinde toplumsal yarar ve toplumsal ihtiyaç gözetilmelidir. Bu hizmetlerin niteliğinden dolayı bu hizmetlerin yönetim biçimleri de doğal tekel olarak görülür. Tüm bu yaşamsallıktan dolayı, enerji, ticari bir mal değil, toplumsal bir hizmettir.”

Dünyada da buna dair birtakım örnekler var. Bir tek örnek verdim, Fransa’dan. Fransa’da, Yüksek Mahkeme, elektrik kesintisi ve kapatmayı hak ihlali olarak görmüş. Dolayısıyla, küçük küçük de olsa bazı haklardan bahsedilmeye başlanmış.

Burada bir eşitlik meselesinin altını çizdik. Önemli olan, hak olanı vermek mi; yoksa başka bir şekilde sorunu çözmek mi? Hak talebi asıl olandır dedik.

Örneğin, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğünün Çalıştay raporundan bir cümle aldım, 2008 tarihli. Diyor ki, “Devlet kanalıyla yürütülen sosyal yardımın bir hak olarak verilmesi halinde, sosyal yardımların fayda sahipleri üzerinde bir beklenti oluşturarak, vatandaşların kolaycılığa alışmasına neden olabileceği…” Yani “Hak olarak vermeyelim, yoksa bu iş kötüye gider”

Burada, liberal düşüncenin, hak sahiplerini tembellikle suçlayan; ancak, bir yandan da uygulamanın hak statüsünde tanımlanması halinde talep-mücadele boyutu yaratmasından korkan bir anlayış olduğunu söylemek yanlış olur mu? Olmaz. Çok açık gözüküyor.

Yoksulluk içinde yaşayan insan sayısını azaltmak mı; yoksa toplumun bütün fertlerinin eşit fırsatlara sahip olması mı?

Neoliberalizmin kökeninde Washington Uzlaşması diye bir konu var. Washington Uzlaşmasında liberal kalkınma programları bulunuyor. Bu liberal piyasacı yapıyı, 80’lerden sonra gelişen yapıyı tarifleyen program bu aslında. Bu Washington Uzlaşmasında öngörülen programın önerileri var. Mesela, rekabet, piyasalaşma, küreselleşme, korumacılığın kaldırılması, yok edilmesi, ulus-devletin küçültülmesi, yok edilmesi, özelleştirmeler. Ama bir de şu var burada, çok önemli: “Devletin rolünün yalnızca ekonomik değil, toplumsal hizmetlerin sunulmasında da azaltılması.” Böyle de bir şey var. Yani diyor ki, “Sadece ekonomik olarak devleti devreden çıkartmayalım, toplumsal hizmetlerin sunulmasında da devreden çıkartalım.” Bu, onların görüşü ve talepleri, hedefleri. Ama burada bir itiraf var; toplumsal hizmetlerden bahsediyor, bir kabul etmişlik var. Sosyal devlet meselesinde hâlâ kabul edilmişliğin var olduğunu görüyoruz. O zaman, bunun üzerinden yürümek lazım.

Pek çok hak meselesi kâğıt üstünde. Evrensel Beyannameyi okuduk, Anayasayı okuduk; buna benzer pek çok metinde, Birleşmiş Milletlerin, UNDP’nin yazılarında var. Burada yapılan bütün çalışmalar hep meseleyi kadük etmek üzerine aslında. Mesela, yoksulluk tanımları yapılmış; mutlak, göreli, öznel, insani yoksulluk, kadın yoksulluğu, çocuk yoksulluğu. O kadar parçalamışlar ki, parçalayarak meseleyi indirgeme yoluna gitmişler. Genelde bu hep yapılıyor.

Bu indirgemecilik burada da bitmiyor aslında. Örneğin, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler, yoksulluğu bir üçüncü dünya sorunu olarak görüyor. Yoksulluğu bir üçüncü dünya sorunu olarak gördüğünüzde, aslında bir şekilde bunu farklı bir yere, yani dışımızda bir yere indirgemiş oluyorsunuz, öteye atmış oluyorsunuz. Dünya Bankası bunu her zaman yapıyor.

Dünya Bankası ile UNDP’nin arasında şöyle bir fark var: Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler, üçüncü dünya sorunu diye görürken; UNDP, “Daha kapsamlı bir sorundur bu, daha büyük bir çoğunluğun sorunudur” diyor, bunu yaymaya çalışıyor. Bizim yanında duracağımız şey, ehveni şer mantığıyla, elbette ki UNDP gibi kuruluşlar olmalı.

Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler, 1990’lardan itibaren konu üzerine dikkat çekmeye başlıyorlar, yoksulluk ve yoksunluk meselesine. 96 yılındaki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında, 1996 yılı, “Yoksulluğun yok edilmesi ulusal yılı” ilan ediliyor. Çalışmalar başlamış aslında, görmüşler; hiç yok deseler bile, artık bunu inkâr edemez konuma gelmişler ve başlamışlar. Ama sündürebildikleri kadar da sündürmüşler. Mesela, 2006 yılını da, “Yoksulluğun yok edilmesinin birinci 10 yılı” ilan etmişler. 2016’da ha keza. Kısacası bu on yıllar bir türlü bitmiyor.Bu gidişle bitmeyecek te.

Kemal Ulusaler…Nisan 2023

Check Also

ÖYKÜ.

Kemal Ulusaler…Ocak 2024 Bir öyküm var Ama dışında kalırsan anlayamazsın. Cümle kapısından hırsız bir sözcük …