Konuk yazar : Hayri Kozanoğlu
Erdoğan’ın ‘Acı reçete’ mesajına gelelim; eğer bundan kasıt kamu-özel işbirliği projeleri bedellerinin TL’ye çevrilmesi, Kanal İstanbul’dan vazgeçildiğinin açıklanması, bürokratların lüks makam otolarının elden çıkarılması vb. ise haliyle itiraz etmeyiz. Perde Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal’ın görevden alınmasıyla açıldı. Merkez Bankası başkanlarının bir yolsuzluk, bir usulsüzlük söz konusu olmaksızın süreleri dolmadan azledilmeleri zaten teamüllere aykırıdır. Bir ülkede peş peşe iki başkanın aynı akıbete uğraması ise kurumsal yapıların çökmekte olduğunun açık bir belirtisi sayılmalıdır.
Ardından Merkez Bankası Başkanlığı’na Naci Ağbal’ın atandığı açıklandı. Ağbal’ın teknokratik donanımı ve deneyimi yeterli sayılsa bile, bir kere kendisi AKP’den milletvekili seçilmiş, bakanlık yapmış siyasi bir figür. Bu tercih şu ana kadar Merkez Bankası Başkanlığı’na doğrudan siyasi kadrolar arasından yapılmış ilk atama özelliği taşıyor. Kaldı ki Ağbal maliye kökenli bir isim. Hazinecilik ve merkez bankacılığı tamamen farklı bir uzmanlık alanıdır. 8 Kasım Pazar akşamı da Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasından, kendisinin Instagram hesabındaki veda mesajıyla haberdar olduk. Sis perdesi biraz aralanmaya başlayınca, sabık bakanın kardeşi Serhat Albayrak’ın başında bulunduğu Sabah grubu da dahil hiçbir mecrada sesini duyuramayınca acze düşüp sosyal medyaya başvurmak zorunda kaldığını anladık. Aslında rejimin “totaliter” niteliğini kavramak için belki de bundan daha açık bir kanıt bulunamaz. Öyle bir an geliyor ki, rejimin ikinci en güçlü kabul edilen kişisinin bile anında sesi kesilebiliyor. O da çaresizlikle, mensubu bulunduğu hükümetin susturmak için yeni yasal düzenlemelere gittiği sosyal medya zeminlerinden birine sığınmak zorunda kalıyor.
Öfori Haftası
9 Kasım Pazartesi günü piyasaların açılmasıyla birlikte döviz kurları gerilemeye, borsa yükselmeye, gösterge faiz kabul edilen 2 yıllık devlet tahvili faiz oranı düşmeye başladı. Nitekim bu coşku 13 Kasım Cuma gününe kadar sürdü. 5 günde dolar 8.58 liradan 7.65 liraya düşerek 93 kuruş değer kaybetti. 2 yıllık kağıdın faizinde yüzde 15,32’den yüzde 13,82’ye 150 baz puan gevşeme yaşandı. BIST 100 borsa endeksi de 1180’den 1291’e yüzde 9,4’lük bir artış gösterdi. CDS denilen kredi risk primi 3 Kasım’daki 560 baz puandan 393 baz puana çekildi.
Açıkçası yeni Başkan Naci Ağbal’ın fiyat istikrarı, Merkez Bankası bağımsızlığı doğrultusunda yaptığı açıklamaların finansal piyasalara egemen olan “öfori” tabir edilen aşırı mutluluk ikliminde önemli bir etkisi bulunduğunu düşünmüyorum. Yüksek olasılıkla, Ağbal 8 Kasım günü banka genel müdürleriyle yaptığı toplantıda, “malum makamın” da onayıyla keskin bir faiz artışı teminatı verdi. Bu “müjde“ piyasaları uçurdu.
“Hafta içi ekonomi kanallarındaki yorumlarda adaletinden ve doğruluğundan sual olunmayan “piyasa” güzellemelerine çokça rastlanıyordu. Piyasalara demokratik ve çoğulcu bir kişilik atfedilerek, ekranlarda “piyasalar biziz, hepimiziz; piyasalar Ayşe Teyzedir, Osman Amcadır” mealinde bir temize çıkarma havası egemendi. Doğru; “finansallaşma” sürecinin toplumun tüm dokularına nüfuz etmesiyle birlikte topladığı günlük bahşişi anında 2 avroya çeviren çıraklara, dayısının verdiği 20 dolar bayram harçlığını kurlar biraz yükselince bozdurmak için döviz büfesine koşan öğrencilere çokça rastlıyoruz. Çevremizde gözü ekranda, döviz kurlarını, hisse senedi dalgalanmalarını profesyonel bir edayla izleyerek tam gün mesai yapan emekliler de tanıyoruz. Ancak bu demokratikleşme yanılsaması, piyasaların herkesin parası kadar konuştuğu, 1 doların 1 oya tekabül ettiği bir güçlüler arenası olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Piyasaları her zamanki gibi büyük oyuncuların aşırı kazanç dürtüsü ve spekülasyon arayışı biçimlendiriyor. Anlaşılan “finans kapital” bir kez daha Türkiye’de bir kâr kokusu aldı ve literatürde “bottom fishing” denilen, fiyatlar aşırı düştükten sonra alıma geçme stratejisini devreye soktu.
Merkez Bankası Bağımsızlığı Mutlaka Gerekli mi?
Aslında sözünü ettiğimiz gelişmeler Merkez Bankası bağımsızlığı kavramını kimsenin kale almadığının kanıtı gibi. Neden mi? Çünkü Merkez Bankası’nda faiz kararları PPK diye kısaltılan Para Politikası Kurulu tarafından alınıyor. Kurulun 7 üyesi var. Ağbal bu üyelerden sadece bir tanesi. 22 Ekim’deki toplantıda faizler sabit tutulduğuna göre, Murat Uysal dışındaki 6 üyenin tutumunun faiz artırma yönünde değiştiğine nasıl bu kadar emin olunabiliyor? Belli ki bu üyelerin hiçbir inisiyatifi bulunmadığı, konu mankeni olmaktan öteye gidemedikleri varsayılıyor.
Bu noktada “Merkez Bankası bağımsızlığı” kavramını kısaca tartışmak yararlı olabilir. Çünkü Merkez Bankası bağımsızlığı neoliberalizmin ana direklerinden biridir. Toplumun üretim, istihdam, geçim kaygılarından uzaklaşmış, finansal piyasaların egemenliğine boyun eğmiş bir kurguyu simgeler. Zaten Naci Ağbal’ın da telaffuz ettiği enflasyon hedeflemesi, sermaye hareketlerinin serbestliği ve dalgalı kur rejimi veri alındığında faiz kararlarına hapsolmuş bir merkez bankası anlamına gelir. Eğer faizler yeterince artırılıp, kredi daralması göze alınırsa sıcak para çekilebilir. Ne zaman ki talep edilen faizi vermekten kaçınılırsa, o zaman geçtiğimiz aylarda gözlemlediğimiz gibi sıcak paranın ülkeyi terk etmesiyle cezalandırılır. Ne var ki gerekli yasal değişiklik yapılana kadar, başıboşluk yerine merkez bankası bağımsızlığına sahip çıkmak daha doğrudur bu ayrı…
Tüm Vebal Berat Albayrak’ta mı?
Berat Albayrak, tüm dünyanın bizi kıskandığı fantezisini diline doladığı, ekonomide çığır açıcı büyük atılımların eşiğinde olduğumuz tarzı uçuk iddiaları dillendirdiği, ekonomi yönetiminde yaşanan sorunları halkla içtenlikle paylaşmadığı için toplumun güvenini iyice yitirmişti. En son da rekabetçi kur tezini ortaya atması, “döviz kurlarına hiç bakmıyorum’! “incisini dökmesi bardağı taşıran” damla oldu. Yılbaşından beri brüt döviz rezervlerinin 40 milyar dolar düşüşünde, kamu bankaları satışları da göz önüne alınırsa 100 milyar dolar civarında bir döviz kaybı yaşanmasında kendisinin ağır vebali bulunduğu açık. Gelgelelim tüm bu yanlışlara kayınpederinin “ne yapıp edin de faizleri artırmayın” talimatını yerine getirmekle düştüğü de ortada. AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un geçtiğimiz hafta sonu “Türkiye’nin önlenemeyen yükselişini yaşıyoruz; yedi düvel karşımıza geçmiş Türkiye’yi yolundan çevirmeye çalışıyor” sözleri Albayrak’ın özel bir vaka değil, AKP’nin genetik kodlarının bir taşıyıcısı olduğunun kanıtı gibiydi.
TL’yi Yukarı Taşıyan Dinamikler
TL’nin 1 haftada yüzde 10’un üzerinde değer kazanmasında dünyadaki olumlu havanın da etkisi olduğu açık. Joe Biden’ın net bir biçimde ABD başkanlığını kazandığının anlaşılmasıyla, “güvenli liman” kabul edilen başta Amerikan hazine bonoları, düşük riskli varlıklardan bir çıkış, Türkiye benzeri ülkelere bir sermaye akımı yaşandı. Benzer şekilde aşı geliştirme çalışmalarında mesafe alındığına ilişkin haberler de iyimser bir hava estirdi. Hindistan borsası rekor kırarken, Brezilya, Güney Afrika varlıkları daha cazip hale gelirken, Türkiye de bu pembe rüzgârdan nasibini aldı.
Ayrıca döviz piyasalarında “overshooting” denilen, bir kere kur ekonominin makro temellerinden koptuktan sonra aşırı noktalara sürüklenmesini ifade eden bir olgu vardır. Bir para birimi bir kez değer kaybetmeye başlayıp serbest düşüşe geçince, her dövize yönelen para kazanmaya, her döviz satan pişman olmaya başlar. Yerel paradan kaçış kendini doğrulayan bir kehanete dönüşür. Ta ki düzeltme yapmak, kârları realize etmek için bir fırsat doğana kadar. 1994, 2001, 2018 kur ataklarında hep böyle süreçlere tanık olduk. Katara en son atlayan çaylakların ellerinin cız etmesiyle sonuçlanan bir kurgu defalarca yinelendi. Bu kez de bir anda olumlu algının güçlenmesiyle piyasalarda ibre lira alımına döndü. Ancak unutmayalım ki, 7,65 lira dolar kuru bile 15 Haziran-30 Temmuz arasında sabit tutulmaya çalışılan 6,85 lira düzeyine göre yüzde 11,7 bir devalüasyona işaret ediyor.
Türkiye’ye Yeni Bir Kredi mi Açıldı ?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Acı Reçeteyi Uygulayacağız” sözlerinin önümüzdeki dönem ekonomi politikalarına damga vuracağı anlaşılıyor. Öncelikle, 19 Kasım’da keskin bir faiz artışıyla finans kapitale bir diyet ödemek gerekiyor. Şu anda politika faizi kabul edilen bir haftalık repo oranı kağıt üzerinde yüzde 10,25. Ancak “Geç Likidite Penceresi” yoluyla yüzde 14,75’ten yapılan fonlamayı da dikkate alınca ağırlıklı ortalama fonlama maliyeti yüzde 14’ü aşmış bulunuyor. Eğer politika faizinin fiili faiz oranını yakalaması planlanıyorsa, 19 Kasım’da 400 ila 500 puan arasında bir faiz artışı bekleniyor.
Covid-19’un yarattığı ekonomik durgunluk ortamında, Türkiye gibi orta büyüklükte, uluslararası piyasalara entegre bir ekonominin dış borç krizine sürüklenmesi domino etkisiyle tüm küresel ekonomiyi sarsabilirdi. Üstelik Türkiye’nin dış borçları başta İspanya, Fransa, İngiltere ve Almanya gelmek üzere ağırlıkla Batı bankalarına. Bu endişenin de etkisiyle Türkiye’ye yeni bir kredi açıldığı izlenimi uyanıyor. Erdoğan’ın geç de olsa, Macar Orban, Brezilyalı Bolsonaro gibi benzer otoriter liderlerin aksine Biden’ı tebrik etmesi, son bir haftada dış politikada görece ılımlı mesajlar vermesi de tekrar Atlantik İttifakı’na yanaşma manevraları olarak görülebilir. Berat Albayrak’ın gözden çıkarılmasında, Trump’ın damadı Kushner ile kurduğu özel ilişkinin artık bir anlamı kalmamasının rolü bulunduğu bile düşünülebilir. Biden’ın tarzına uygun olarak ABD ile kişisel hukukun yerine diplomasinin öne çıktığı bir döneme adım atılabilir.
Nitekim Batı basınında bir anda ekonomide atılan son adımlara prim veren yorumlara rastlanmaya başlandı. Örneğin bunlardan biri, büyük bankaların üst kuruluşu Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) baş ekonomisti Robin Brooks’un eğer Merkez Bankası yeterli ölçüde faizleri artırırsa piyasaların Türkiye’ye sıcak bakacağı, ihracat potansiyelinin ülkeyi ileriye taşıyabileceği yolundaki yazısıydı. (Robin Brooks, Time for Turkey to send a positive signal with rates, Financial Times, 12 Kasım 2020).Sonunda Türk bankalarının sendikasyon kredilerinin yenilenmesine karar verecekler IIF üyesi bankalar.
‘Acı Reçete’ Kimin İçin Yazılıyor ?
Gelelim Erdoğan’ın “acı reçete” mesajına; eğer bundan kasıt kamu-özel işbirliği projeleri bedellerinin TL’ye çevrilmesi, Suriye-Irak-Libya-Azerbaycan derken bütçeye aşırı yük getiren askeri maceralardan geri adım atılması, Kanal İstanbul’dan vazgeçildiğinin açıklanması, bürokratların lüks makam otolarının elden çıkarılması vb. ise haliyle itiraz etmeyiz. Benzer biçimde gelir ve kurumlar vergisi oranlarının yükseltilmesi, böyle zor bir dönemde büyük servet sahiplerinden vergi alınması uygulamalarının da arkasında dururuz. Ancak acı reçeteden anlaşılan elektrik, doğalgaz fiyatlarına zam yapılması, halkın sırtına yüklenen dolaylı vergilerin artırılması, bütçeden yapılan sınırlı sosyal harcamaların budanması, kamu çalışanı ve emeklilerin maaşlarının dondurulması ise bunun emekçi kesimlere bedeli çok ağır olur. Daha geçen hafta açıklanan iş gücü verileri 1 yılda çalışma yaşındaki nüfus 1 milyon 139 bin artarken, işgücünün 1 milyon 431 bin azaldığını gösterdi. Bu işgücüne katılma cesaretini bile yitirmiş nüfusun 2 milyon 570 bine sıçraması anlamına geliyor. Böyle bir ortamda kemer sıkma önlemleri yatırımları durdurur, işsizliği daha da artırır, halkın zaten gerileyen yaşam standartlarını iyice aşağı çeker. Bunun sonu da tam bir ekonomik, sosyal ve psikolojik yıkım olur.
Böyle bir süreçte toplumsal desteğinizin iyice zayıflaması, oy oranlarınızın düşmesi sizin sorununuz. Yurttaşlarımızın pandemi ortamında, üstelik de kış bastırırken iyice yoksulluğa, sefalete, giderek açlığa sürüklenmesi çok vahim bir tablo yaratır. O da toplumsal muhalefetin sorunu olmalı…
Alıntı: BirGün Gazetesi