Home / KONUK YAZAR / Deli Ferhat

Deli Ferhat

Konuk Yazar: Ceren ULUSALER….

Kafenin yeni müdavimi meraklı gözlerle takip ediyordu bu hikâyesini henüz bilmediği adamı. Her gün öğle yemeğini yediği süre boyunca kim bilir kaç kez geçiyordu önünden, sokağı durmadan bir aşağı bir yukarı arşınlayan bu adam. Üzerinde lime lime olmuş bir tişört, kot pantolonunda kir lekeleri, omuzlarına dökülmüş saçları yağdan birbirine yapışmış, nasır tutmuş çıplak ayakları simsiyah ve tek bir sözcük ağzında. Unutmaktan korkarcasına tekrarladığı, sanki söylemeyi bıraksa yaşamayı da hepten bırakacağı:

“şıp… şıp…şıp…”

Oyunların henüz sürdüğü yaşta olanlar, çocuklar, taklidini yaparak eğleniyorlar yanından geçerken. Büyüklerin tepkileri ise farklı farklı. Kendi hayat telaşından kafasını kaldırıp da gözüne iliştiklerinden bazıları korkup karşı kaldırıma geçiyorlar. Aman nelerine lazım bir meczupla uğraşmak şimdi, durup dururken. Bazıları ise acıyarak kafasını sallıyor bir üzüntü göstergesi olarak. Zavallı deli. Kimilerinin ise bir düşünce yapışıyor akıllarına. Aklın zincirlerinden kurtulmuş bu adamın onlardan mutlu olmadığını kim biliyor ki?

Müdavim ise merak ediyor. Neden? O, tüm ihtimallerini yaşamanın mümkün olmadığı bu hayatta, başkalarının hikâyelerini öğrenip biriktirmeyi seviyor. Çünkü tıpkı filmler ya da kitaplarda olduğu gibi yeni dünyaların kapılarını aralıyor ona bu hikâyeler ama bir farkla: yaşananların ve onları yaşayanların gerçek olmasıyla.

Kafenin sahibi bir süredir izleyip durduğu akpacık yüzlü yeni müdavime nedendir bilinmez güveniyor, fitnesiz merakını seziyor ve anlıyor. Edasında hikâyelerin gizlenmesine gerek olunmayan bir hâl, gözünde sırların emanet edilebileceği bir fer görüyor. İlişiyor usulca yanındaki sandalyeye ve o sırada yine tam önlerinden geçmekte olan meczubu başıyla işaret ederek: “Bir tas sıcak çorba veririm her akşam, kapatmadan evvel burayı. Hiç konuşmaz aslında. Şıp şıp da şıp şıp sadece dilinde. Günlerden bir gün ama, nasıl olduysa, çözüldü dili, dikti gözbebeklerini gözlerime de hiç susmadan anlatıverdi bana hikâyesini. Anlatayım ister misin sana da?” Kulaklarında delinin “şıp… şıp…şıp…”sesi yankılanırken yüzü ışıldıyor bizim müdavimin. Açıyor kulaklarını ve dinliyor.

“Aslen doğuluymuş. Ferhat adı. Karısı oğlunu doğururken ölünce, oğlunu da alıp, hem karısının yasından hem de doğduğu coğrafyanın kaderinden kaçabilmek umuduyla buralara göçüyor zamanında.

Burada bir hayat kuruyor oğlu ile kendisine. Evlenmiyor da bir daha. Hem hiç görmediği annesi hem de babası oluyor oğlunun, Ahmet’in…

O annesi de babası da oluyor ya Ahmet’in,  Ahmet ise her bir şeyi oluyor onun. Bırakıp gittiği toprağı, sevdiği kadının en güzel hatırası, yeni bir kente alışma gayreti, yaşama tırnakları ile tutunma nedeni. Sen koy artık işte adını.

İnşaat işçisi burada Ferhat. Ördüğü tuğlalardan kazandığı paralar ile örüyor oğlunun da hayatını ilmek ilmek. Bebekken, doğduğu yerlerin türkülerini söylüyor ona uyusun diye. Kendisine hiç anlatılmamış masalları öğrenip anlatıyor. Dokuz kardeş olmak onu ne denli hızlı büyüttüyse; o, o denli yavaş büyüsün istiyor oğlu.  Onda hayatın eksik bıraktığı tüm sevgiler ile seviyor oğlunu. Anne babasının kardeşlerine üleştirdiği sevgiyi, karısıyla yarım kalan aşklarına katıyor da öyle akıtıyor oğluna.

İşe beraber gidiyorlar, şantiyelerde büyüyor Ahmet. Bazen mühendis ağabeylerle konteynerlerde resim çiziyor. Hava güzelse dışarıda kumların arasında oynuyor. Ama her nerdeyse hep babasının güven veren varlığının yanı başında olduğunu biliyor. İşte böyle sevgiyle ve severek büyüyor.

Ne zaman ki Ahmet okula başlıyor, hayat zorlaşıyor Ferhat için. Ahmet yamalı ceketler giyiyor. Ahmet’in bisikleti yok. Ahmet okul gezisine gidemiyor. Ahmet arkadaşının beslenme çantasından çıkan meyvelerin adını bile bilmiyor. Ve işte o zaman Ferhat soruyor. Kendini bildi bileli çalışıyor, öyleyse neden olmuyor? Alın yazısı diye kabullene geldikleri Ahmet’in gözünde hüzün, onun bu saklı hüznü Ferhat’ın çaresizliği oluyor. Ferhat ne yapmalı bilmiyor, ama “bir şey” yapmalı onu biliyor.

İşte tam bu zamana denk geliyor sendikalı isçilerin konuştuklarına kulak kabartması. Üreten biziz diyorlar. Hakkımız olan payı istiyoruz diyorlar. Çalışma koşulları, maaşlar, sosyal haklar diyorlar… Hemen anlıyor Ferhat, anlıyor ki aradığı “bir şey” bu şey. Bir çiçek, pıt ediyor, açıyor içinde ve “ah umut” diyor, ne harika şey!

Koluna oğlunu da takıyor, düşüyor umut çiçeğinin peşine. Miting varmış ona katılacaklar. Babalı oğullu, bir ilk tanışmanın heyecanı ile hazırlanıyorlar. Ama ne hazırlanmak! Bayramlıklar çıkıyor dolaptan, saçlar taranıyor, ayakkabılar parlatılıyor. Ferhat’ın neşeli ıslıklarına, Ahmet oyunlarıyla karşılık veriyor. Umut dolu geleceğin ilk günü ya bugün, neşeyle şakıyorlar.

Akın akın insan yürüyor miting alanına. Nasıl bir kalabalık, ömründe görmemiş Ferhat böylesini. Yüzlercesi ile birlikte yürüyüp, onları alanda bekleyen binlere katılıyorlar. Kürsüden yapılan konuşmaları dinlerken seviniyor Ferhat. Düne kadar tekken, şimdi çok oluyor. Oğlum diye düşünüyor, Ahmet’im… O da yiyebilecek şimdi hiç bilmediği meyveleri. Bir bisikleti olacak, yazılacak okul gezilerine. İnsanca yaşayacak… Göz kırpıyor düşündüklerini okumuş gibi ona bakan oğluna, daha bir sıkı tutuyor elini ve bağırıyorlar katılıp diğerlerine “Eşit işe eşit ücret ”, “Emeğim var hakkım var”.

Sonra ne olduysa birdenbire oluyor. Kalabalığın coşkusunu bir bıçak gibi kesen silah sesleri yankılanmaya başlıyor etrafta. Kısacık bir an lâl oluyor kalabalığın dili. Sonrası çığlıklar, sonrası bir sel, bir nehir taşkını. Seslerin nereden geldiğini anlamayan insanlar panikle sağa sola kaçışmaya başlıyor. Siren sesleri yükseliyor her yandan, nereden çıktığı bilinmeyen panzerler peydah oluyor kalabalığın ortasında. Kapıyor Ahmet’i Ferhat, onlar da koşmaya başlıyorlar. Onları alandan çıkaracak, biçer döverler gibi insanların üzerine sürülen panzerlerden uzaklaştıracak bir sokağa varıyorlar. Ama sokak kalabalık, sokak bir insan seli. Oğlunun sımsıkı kavradığı eli, Ahmet’i Ferhat’tan daha hızlı iten kalabalığın gücü ile giderek gevşiyor. Parmak uçlarına yükseliyor Ferhat. Başını etrafını saran omuzların arasından gökyüzüne uzatıyor nefes almak için ve bağırıyor “İtmeyin, itmeyin. Oğlum! Oğlumu itmeyin.” Ama akan nehir onu kenara tükürüyor, Ahmet’i ise debisine katıp götürüyor. Duvarına yapıştığı sokakta, bedenine sürten bedenlerin arasında, nefes almaya çalışarak ne kadar Ahmetsiz devam etti sürüklenmeye Ferhat bilmiyor. Sonunda kalabalık gevşiyor, çözülüyor. Yerdeki renkli flamaların, dövizlerin, kıyafet parçalarının, ayakkabıların ve cansız yatan insanların arasında ilerleyerek Ahmet’i arıyor Ferhat çığlık çığlığa. Hem bulmak istiyor, hem de deli gibi korkuyor ihtimallerden. Çok geçmiyor vuruyor o en korktuğu ihtimal onu. Az ileride, yerde sırtüstü yatarken buluyor oğlunu. Sol kolu dirseğinden katlanmış, avuç içi gökyüzüne bakıyor. Diğer eli sıyrılmış kazağının açıkta bıraktığı çıplak karnının üstünde, minik orta parmağı avuç içine doğru kıvrılmış. Bükülü bacakları sağına devrilmişler. Açık gözleri fersiz. Bir yudum nefese muhtaç ağzı öyle aralık kalıvermiş… Çöküyor dizlerinin üzerine Ferhat. Yerden alıyor oğlunun minik bedenini, bastırıyor göğsüne. Tüm renkler solup, tüm sesler susup, aklı da, oğluyla birlikte oracıkta yitip de giderken Ferhat’ın; yana devrilmiş su tezgâhından sızan su yerdeki branda pankarta damlıyor “şıp… şıp…şıp…””

“İşte böyle bizim deli Ferhat’ın hikayesi.” diye bitiriyor konuşmasını kafe sahibi.

“Neden olmuş peki? Niye çıkmış o izdiham? Kimmiş o ateşi açanlar?” diye soruyor müdavim titreyen sesiyle. Hikâyeye adil bir kapanış diliyor gönlü. Bir çocuk öldüğüyle kalmasın, tek bir deli tüm dünyayı delirmekten kurtarsın istiyor.

Ama, ellerini iki yana açıyor, omuzlarını umutsuzca kaldırıp indiriyor kafe sahibi.

Müdavim karar veriyor. Faili belli ama meçhul cinayetlerin hikâyelerini biriktirmeyi hiç ama hiç sevmiyor.

 

Ceren Ulusaler

Check Also

YÜZ YILLIK APARTHEİD ve TEMEL EĞİTİME ETKİLERİ

“Yüzyıllık Apartheid”, Taner AKÇAM’ın Temmuz 2023’te ilk baskısı yapılan ve “1918-1923 Türkiye’si: Bağımsızlık ve Apartheid …