Kemal Ulusaler…27 Haziran 2020
Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket…
Bu memleket, bu kısrak başı artık tuzlu ve sıcak bir şerbet içinde…
O tuzlu ve sıcak şerbet içinde artık savaş gemileri cirit atıyor. Üzerinde savaş uçakları, altında denizaltılar kol geziyor.. Tuzlu ve sıcak şerbet paylaşılamıyor.
Tehditler ve savaş çığlıkları içinde tuzlu ve sıcak şerbetin böğrü deliniyor bir parça gaz için…
**
Akdeniz’de ki doğalgaz rezervleri paylaşım kavgası ne pandemi dinliyor, ne kriz. Bütün şiddeti ile gündemde yer almaya devam ediyor. Yılın başlarında Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) arasında yapılan anlaşma ile çatışma doğudan batıya genişlemiş durumda. Geçtiğimiz hafta Fransa’nın çıkışı ile çatışma NATO’nun içine sıçradı. Zaten Yunanistan ve Kıbrıs ile var olan çatışma daha da büyüdü.
Türkiye dış politikasındaki “Yeni Osmanlıcılık “ söylemi ile başlayan hatalar dizisi Brezilya dizilerini bile gölgede bırakmakta. Dış politikada gel gitler, çelişkiler, komşulardan başlayıp yer kürenin değişik noktalarında askeri konuşlanmalar, emperyalist güçlere öykünmelerle girilen bataklıklar artık içinden çıkılamaz bir noktaya doğru evrilmekte.
Akdeniz’de neredeyse çeyrek yüz yıl önce başlayan doğalgaz paylaşım çatışması deniz sınırları meselesini tekrar gündeme getirmişti. Türkiye baştan beri kıta sahanlığı kabulü üzerinden Münhasır Ekonomik Bölge ( MEB) hukukuna karşı çıkmaktaydı.
Türkiye, Libya’daki Fayiz es-Serrac Hükümetiyle 27 Kasım’da imzaladığı Deniz Yetki Alanlarını Belirleyen Anlaşmayla (taraf olmadığı Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi -1982 Montego ) bugüne değin karşı çıktığı MEB’i kabul eder duruma düştü. Dolayısıyla bu imzadan itibaren uluslararası hukukta çelişik bir söylem sahibi konuma geldi. Ayrıca bu anlaşma, iki ülke arasındaki enerji alanında sondaj, üretim ve satış alanında işbirliklerini öngörüyor. Zor olan bir anlaşmayı imzalamak değil, onu hayata geçirmek olduğu gerçeği de ortada durmakta.
Zaten bu anlaşma hukuksal bir mücadeleye atıftan çok bir güç gösterisi platformu yaratmaktı ki bunda da başarılı olundu. Ancak güç gösterisi çoklu cephede ayakta kalacak cephaneliğe sahip olmanızı da gerektirir ki bu AKP Türkiye’si için bir soru işaretidir. Hele elli cent için kapı kapı dolaştığınız bu günlerde.
Peşin peşin söylemekte yarar var; uluslar arası arenada salt askeri güç kullanımı ile bir yere varılmasının olanağı yoktur. Akdeniz’de Uluslar arası Hukuk kapsamında tek bir ülke ile yapılmış olan MEB anlaşması yeterli değildir. Üstelik bu ülke yönetimi üzerinde uluslararası platformda tam bir mutabakat sağlanmamışken. Üstelik bu ülkede iç savaş hüküm sürmekte olup ikili (hatta çoklu) yönetim söz konusu iken. Bu, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi yaklaşık elli yıllık bir yalnızlık sizi bekliyor demektir.
Bölge ülkeleri hızla birbirleriyle çeşitli anlaşmalar ve mutabakat formları imzalıyorlar. Yunanistan ve İtalya bir süredir İyon Denizi’nde balıkçılık faaliyetleri nedeniyle aralarında süren anlaşmazlığı çözdü ve bir MEB Anlaşması imzaladılar. Yunanistan’ın yakın gelecekte Mısır ve Arnavutluk ile de birer anlaşma yapması sürpriz olmaz. Arnavutluk’un AB’ye katılması söz konusu ve bu bağlamda Yunanistan’a Türkiye’den daha çok ihtiyacı bulunmakta. Dolayısıyla böyle bir anlaşmaya taraf olması zor olmayacaktır. Mısır ise son gelişmelerden sonra dünden razı görünmekte.
Öte yandan Mısır, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Filistin, Yunanistan ve İtalya gibi bölge ülkelerinin kurmuş oldukları Doğu Akdeniz Petrol ve Gaz Platformu hala faaliyette.
Yine ay içinde AB’den Ankara’ya “silah ambargosuna uyun” çağrısını müteakip, Fransa, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri yayımladıkları ortak bildiriyle, Türkiye’yi bölgedeki enerji arama çalışmaları ve askeri faaliyetlerinden ötürü uluslararası hukuku ihlal etmekle suçladılar. Türk Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy ise suçlamaları reddederken, bu beş ülkeyi “şer ittifakı” olarak nitelendirdi. Bu “şer ittifakı” gibi sözler iç politikada prim yapabilir ancak uluslar arası arenada geçerliliğinin olmadığını her kes bilir.
Yine bu beşlinin son açıklamalarında İsrail’in bulunmaması dikkat çekici. Görünen o ki, AKP Türkiye’si zikrettiğimiz yalnızlığının farkında ve bunu aşma arayışları içinde İsrail ile kapalı kapılar arkasında yeni ilişkiler oluşturmaya çalışmakta. Libya benzeri bir MEB anlaşması şimdilik uzak gibi görünse de İsrail’in bu havucu çok iyi kullanacağı aşikardır. Hele hele Filistin konusunda önemli hamlelere hazırlandığı bu günlerde.
Kırmızı çizgiler…
Geline noktada Türkiye Suriye’den sonra şimdi ikinci bir batağa girmiş gözüküyor. Türkiye gibi bir ülke için Libya’da hem kara hem de deniz üssü tesisi ile uzun bir süre kalıcı olmak başlı başına bir sorun. Hissedilen boyunu aşan bir yayılmacılık politikası uygulamaya çalışması. Sonunun nereye varacağı ise büyük bir muamma. Libya’nın giderek Suriyelileştirilmesi, Suriye’den paralı cihatçı milislerin Libya’ya taşınması başta Fransa, İtalya ve Mısır olmak üzere bölge ülkelerini bir hayli rahatsız etmekte. Ayrıca bir de göçmen sorunu var tabii. Zira yakın geçmişte göçmenlerin Türkiye’nin batı sınırına tehdit unsuru olarak yığılması hala hafızalarda. Benzeri bir durumun Libya’dan kuzeye gerçekleşmeyeceğinin garantisi yok.
Libya’da tam bir kaos ortamı bulunmakta. Sadece Türkiye’nin değil Rusya ve Fransa’nın da özel savaş güçleri yani paralı askerleri var. Mısır destekçisi Suudi Arabistan zaten bu konuda sicili bozuklar arasında.
Dolayısıyla Libya’da tarafların Sirte ve Jufra gibi kırmızı çizgileri bulunmakta ve bundan da taviz verecek gibi görünmüyorlar. Nitekim Mısır lideri Abdel Fattah Al–Sisi Sirte’ye girilirse Libya’ya askeri müdahalede bulanacakları tehditinde bulunmakta gecikmedi. Uyarı çatışma bölgesi olan Libya’nın da vekalet savaşlarının arenasına döneceğinin işaretiydi. Bu işaretin belirtileri de BAE, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın Mısır’ın açıklamalarını memnuniyetle karşıladıkları beyanı, A.Merkel’in ve Putin’in övgüleriydi.
Bir tarafta Akdeniz’de Osmanlı Padişahlarının adı verilmiş gemilerle dolaşmak, NATO içinde müttefik olduğun ülkelerin gemileri ile dalaşmak, boyunu aşan yayılmacılık politikaları bu ülkenin yoksul insanlarını daha da yoksul kılarken ne pahasına olursa olsun ayakta kalma isteği…
Bir tarafta emperyalist güçlerin enerji paylaşım savaşlarına yönelik ince hesapları ve tahakküm planları…
Bir başka tarafta ise emperyalizme teşne olmuş, ikballeri uğruna dünyayı kana bulamaktan çekinmeyen krallar, prensler, diktatörler…
Yeryüzünün kaynakları yeryüzünün halklarına aittir. Bu elbette bir gün kurulacak doğadan yana özgür ve paylaşımcı toplumsal bir yaşam sistemiyle hayat geçecek ve savaşlar sona erecektir.
Kemal ulusaler