Bir Film. Bir Konu…Kemal Ulusaler…13 Haziran 2020
“Ne yediğinizi biliyor musunuz?”
“Sebze çorbası elbette.”
“Hayır, hiçbir şey yemiyorsunuz. Evet beyler doğru duydunuz; ikinci, üçüncü, hatta dördüncü tabakta bile hiçbir şey yemiş olmayacaksınız”.
Dr.Veithausen
Girişte okumuş olduğunuz diyalog “Nebel İm August” Türkçe mealiyle “ Ağustos’ta Sis” adlı filmden. Sebze çorbasına daha sonra tekrar döneceğiz. Öncelikle film ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Ağustos’ta Sis (Nebel im August) Robert Domes’un 2008’de yazdığı aynı adlı romandan uyarlanmış 2016 yapımı bir drama filmi.
“Ağustos ayında sis”, Ernst Lossa adlı bir çocuğun biyografik bir romanı ve kapsamlı tarihsel araştırmalara dayanmaktadır. Ernst Lossa 1929 yılında Güney Almanya’da gezgin ticaret yapan (bizdeki çerçi gibi) bir Yeniş ( Jeniche-Roman ) oğlu olarak dünyaya gelir. 1933’te aile Nazi ideolojisinin kurbanı olur. Baba toplama kampına gönderilir ve Ernst, uyumsuz bir çocuk siciliyle bir yetimhaneye yollanır.Ne engelli ne de akıl hastasıdır.Oysa yetimhane Nazilerin öjenik politikalarının bir uygulama alanıdır.
Ernst’in hayali babasıyla Amerika’ya gitmek. Ancak hayali…
Evet. Filmi izlemek isteyenler için, hayalin neye dönüştüğü ve filmin nasıl gelişip son bulduğuna ilişkin daha fazla ayrıntıya girmeden filmle ilgili diğer başlıklara değineyim;
Filmin yönetmenliğini Kai Wessel yapmış. Wessel 1961 Hamburg doğumlu. Önce fotoğrafçılık sonra yönetmen yardımcılığı yapmış. 1988’den bu yana otuzun üzerinde film yönetmiş. Almanya’da ödüller almış. Bu film de 89. Akademi Ödülleri’nde En İyi Yabancı Dil Filmi’nin Alman sunumu olabilecek sekiz filmden biri olarak gösterilmiş, ancak seçilememiş. Sanırım konusu bu işin piri olan ABD’lileri rahatsız etmiş olsa gerek.
Filmin kadın oyuncularından Fritzi Haberland en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Alman Film ödülü almış.
Bir hayli güzel bulduğum film müziği ise Martin Todsharow’a ait.
Dr. Werner Veithausen’i Sebastian Koch oynamış.
Filmin çocuk yıldızı İvo Pietzcker’a gelince pek çok çocuk arasından seçilen Pietzcker gerçekten iyi bir iş çıkarmış olup rolün hakkını vermiş. 2002 doğumlu Pietzcker daha önce Edward Berger’in “Jack” adlı filminde 10 yaşında, terk edilmiş bir çocuğu büyük bir başarıyla canlandırmıştı bu kez de çok sayıda olumlu eleştiriyle karşılandı.
Birkaç söz de filme konu olan kitabın yazarı, Robert Domes’ten edelim . 1961 doğumlu Robert Domes, siyaset bilimi ve iletişim okudu. Ardından gazeteci olarak çalışmaya başladı.
Daha sonra 15 yıl boyunca bir gazete editörü olarak çalıştı ve haber müdürlüğü yaptı.. 2002 Yılında araştırmacı gazeteci ve yazar olarak yazmaya başladı. Şimdi çeşitli medya kuruluşları için yazıyor, gazetecilere ileri düzey dersler veriyor, sanat ve tiyatro projeleri düzenliyor ve yönetiyor. Ernst Losssa’nın hikayesini araştırmak için beş yılını vermiş ve gerçek bir yaşamı romanlaştırmış.
**
Yazının başlığında “bir film bir konu” derken konu bizatihi filmin kendisi, özü ve dahi temasını oluşturan “ÖJENİZM ve ZORA DAYALI ÖTENAZİ”…
Zora dayalı ötenazi, açıkçası soy ıslahı kapsamında cinayetten başka bir şey değil. İçinde bulunduğumuz süreçte Covid 19 Pandemi politikaları için de “öjenik politika” söylemi sıkça kullanılmakta. Fikrimce öjenik uygulamalar yer yüzünde şu ya da bu ölçüde yüzeli yıldır kesintisiz sürmekte. Gelecek kurgusu içinde ise en önemli başlıklardan biri olacağı kesin diyebilirim. Her neyse yazının sonuna doğru zaten bu konuya da gireceğiz. Şimdi, filmin içinden “T4 Operasyonu”ndan yola çıkarak konunun derinliklerine inelim.
T4 Operasyonu :
Üstün ırk kavramı, zayıfların, engellilerin, akıl hastalarının topluma yük olduğu ve yok edilmelerine dayanıyor. Bu soy ıslahı fikri ve uygulaması tarihte Spartalılara kadar gider. 19. Yüzyıl sonlarında değişik ülkelerde rağbet görür. Bunların başında ABD gelmektedir. Çeşitli ABD orijinli vakıflar konu ile özel olarak ilgilenmiş ve destek vermişlerdir. ABD Alman ortaklıkları ile çalışmalar Almanya’ya taşınmış olup 1927 yılında Keiser Wilhelm Antropoloji Enstitüsü kurulmuş fiziksel ve sosyal antropoloji ile birlikte gen araştırmaları yapılmaya başlanmıştır. Bilimsellik adına yürütülen çalışmalar 1933 yılında “Kalıtsal Hastalıklara Sahip Nesillerin Önlenmesi Kanunu” ile resmen devlet politikasına dönüşmüştür.
Bu yasaya göre “Genetik Sağlık Mahkemesinin” oluşturduğu bir genetik hastalıklar listesine göre “ürememesi” gereken insanların doktorlar tarafından bildirilmesi gerekiyordu. Bu bildirimi yapmayan doktorlar ciddi şekilde cezalandırılıyordu. Bu yasa çıktıktan sonra yaklaşık 400.000 kişi zorla kısırlaştırılacaktı. Kısırlaştırma ABD’de Amerikan yerlilerine sistematik olarak uygulanmış olup Almanlara deneyim aktarımında bulunulmuştur.
Kısırlaştırma bir süre sonra yetersiz ve yavaş bir yöntem olarak görülmeye başlanınca T4 Operasyonu uygulamaya konmuştur.
01 Ekim 1939’da yürürlüğe giren program ismini Berlin’deki Tiergartenstrasse 4 numaralı Başbakanlık Ofisi’nden alıyordu. Program 1945 yılı sonuna kadar sürmüş olup binlerce kişinin hayatına mal olmuştur. Hitler’in Kavgam’nda da yer alan ilk bakışta Yahudilerin hedef olduğu ancak lehleri, romanları, sosyalistleri de içine alan bir uygulama olmuştur.
Başta Almanya ve Avusturya olmak üzere işgal altındaki değişik ülkelerden ( Türkiye’den bile… Çiçero isimli filmi anımsayın.) getirilen engelliler, akıl hastaları, tedavi edilemeyecek yaşlılar gaz odalarında ve bağımsız birimlerde (filmdeki yetimhane gibi) yok edilmişlerdir.
Tarihten günümüze öjenik uygulamalar
Filmde uygulamaları anlatılan üstün ırk “Über-menschen” arayışının altında öjenik anlayış yatar. Öjeni sözcüğü Yunancadan gelir. Platon Spartalılara öykünüp yönetici sınıfın ve askerlerin üstün ırk olarak önemine vurgu yapar ve bunu da “doğuştan iyi” “eu-genos” adını verir. Yine filmdeki uygulama ‘ötenazi’ ise “iyi, güzel ölüm” anlamındadır. Bu ifade geçmişten günümüze muktedirlerin pek hoşuna gitmekte olup sık sık kullanılmaktadır.
( Ülkemiz için anımsayın; madenlerde ölen emekçiler için de “ güzel öldüler” lafı kullanılmıştır.)
Platon’dan 1883 İngiltere’sine Franchis Galton’a gelelim. Galton bildiğimiz Darwin’in yeğenidir ve Darwin’in teorisinden kendisine rol biçip, insan neslinin islahı için toplumda en yetenekli ve en sağlıklı kişilerin daha çok çocuk sahibi olmasının teşvik edilmesini savunur. Buna da Platon’dan esinlenerek “ Eugenics” adını verir.
Hemen onüç yıl sonra 1896’da ABD Connecticut’da bir yasa çıkar. Bu yasaya göre epilepsi hastası olan ya da akıl hastalarının evlenmesi kesinlikle yasaktı. Ve 1903’te “Amerikan Üreme Kurumu” adına bir kurum ile bu evlilik ve üreme konusu devlet eli ile kontrol edilmeye başlanmıştı. 1911’de ise “Irk Düzeltme Kurumu” hayata geçirildi ve ilk kez “soyağacı” uygulaması başlatıldı. Başı çeken ise John Harvey Kellogg’tu. ( Bugünkü Kelloggs’un isim babası). Bu bağlamda işleri daha da organize şekilde yürütmek için Öjeni Kayıt Ofisleri kuruldu. Bu ofislerde aileler ve genetik özellikleri takip ediliyordu. Toplanan verilerle yayınlanan raporda “uyumsuz ve zayıf” olarak görülen gruplar tanımlanıyordu.
Ve sürpriz olmayacak şekilde bu “zayıf ırklar” çoğunlukla göçmenler, azınlıklar ve fakirlerdi.
1909 yılından sonra ise tüm bu verilere dayanarak özellikle California eyaletinde ilk kez organize kısırlaştırma uygulamaları başlatıldı. 1909 ile 1979 yılları arasında akıl hastanelerinde resmi kayıtlara göre 20.000 kişi istekleri dışında kısırlaştırılıyordu.
Mevcut uygulamaya Almanya ve ABD dışında,Avustralya, Brezilya, Kanada, Almanya, Japonya, Çin, İsveç, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, İzlanda, Norveç ve İsviçre gibi ülkelerde de rastlanır.
1934 yılında İsveç Parlamentosu’nda alınan bir kararla kalıtımsal hastalığı olan, psikolojik, psikiyatrik rahatsızlığı olanlar, alkolikler ve herhangi bir şekilde sosyal yaşama uyum sağlayamayacağı düşünülen kişiler, kimi zaman zorla, kimi zaman ikna yöntemiyle bazı durumlarda ise aldatılarak kısırlaştırıldılar. İsveç hükümeti 1935-1976 yılları arasında yüzde 90’ı kadın olan 63 bin İsveçliyi kısırlaştırdı. Elbette ki bu uygulamadan en çok etkilenen yine ötekiler yani; Romanlar, Tatarlar ve Laponlardı.
2007 yılında bu kısırlaştırmaları konu alan “Yeni İnsan” (Den nya människan) adında bir fılm ve 2008 yılında Walborgs Ungar adında bir belgesel yapıldı.
Son yıllarda dünya basınında yer alan haberlerden yola çıkarak birkaç örnekle bu ara başlığı kapayalım.
Hindistan:
Hindistan: Kısırlaştırma politikalarının karanlık geçmişi.
Soutik Biswas…BBC Hintçe Servisi…14 Kasım 2014
Hindistan’ın Çattişgarh eyaletinde devlete ait kısırlaştırma merkezlerinde 15 kadının ölümü ülkenin bu alandaki karanlık tarihini yeniden gündeme getirdi.
Hindistan’daki kısırlaştırma kampanyası 1970’lerde, Dünya Bankası, İsveç Uluslararası Kalkınma Kurumu ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’dan alınan on milyonlarca dolarlık destekle başladı. Resmi rakamlara göre, Hindistan’da 2013-2014 yılları arasında 4 milyon kısırlaştırılma ameliyatı gerçekleşti.
Japonya:
Japonya parlamentosu, geçmişte “toplumun genetik kalitesini arttırma politikası“kapsamında fiziksel ve zihinsel hastalıkları bulunduğu gerekçesiyle zorla kısırlaştırılanlara tazminat ödenmesini taahhüt eden yeni yasayı kabul etti. Japonya Başbakanı Şinzo Abe uygulama dolayısıyla büyük ızdırap çeken kurbanlardan özür diledi.
Ülkede 1960’lı ve 1970’li yıllarda sayıca zirveye çıkan kısırlaştırma operasyonlarının sonuncusu 1993’te yapılmıştı. Yasa, 1996’da yürürlükten kaldırılmıştı.
Peru:
Fujimori, Peru’da 300 bin yerli kadını zorla kısırlaştırmaktan yargılanacak…27.04.2018
ABD yanlısı Devlet Başkanı Pedro Pablo Kuczynski tarafından siyasi hesaplarla affedilen eski Peru lideri Alberto Fujimori’nin yeniden yargılanması gündemde. 300 bin yoksul yerli kadını zorla kısırlaştırma programı nedeniyle Fujimori ile ekibi hakkında iddianame hazırlanıyor.
Kanada:
Kanada’da ırkçı sağlık sisteme dava: Kadınlar zorla kısırlaştırılıyor…28 Ekim 2017
Kanada’da yerli, engelli ve akli dengesi yerinde olmayan kadınların ‘zorla kısırlaştırdıkları’ iddia edildi. İki kadının verdiği ifadelerle sağlık yetkililerine toplu dava açıldı.
Kanada’daki Saskatoon’da, Saskatchewan Hastanesinde uygulanan ‘zorunlu kısırlaştırmalar’ 2015’te bölgedeki birkaç kadının yerel medyaya tüplerinin zorla bağlandığını söylemesi ile gündeme gelmişti.
İsrail:
İsrail’deki Etiyopya kökenli Yahudi kadınlar devlet eliyle sistematik bir kısırlaştırmaya maruz kaldı. Doğum oranı yüzde 50 düştü, kimse aldırmadı. 45 Etiyopyalı ailenin yaşadığı bir bölgede 4 yıl boyunca sadece bir tane Etiyopyalı çocuk doğunca, İsrailli bir kadın hakları kuruluşu sistematik kısırlaştırma politikasını ortaya çıkardı. İsrail’in, rızaları dışında sistematik bir şekilde Etiyopyalı kadınlara doğum kontrolü ilacı enjekte ettiği anlaşıldı. İsrail hükümeti senelerce yalanladığı bu insanlık dışı uygulamayı geçen ay resmen kabul etmek zorunda kaldı.
Güney Afrika:
Güney Afrika’da HIV taşıyıcılarına kısırlaştırma işkencesi.
Güney Afrika’da yapılan bir soruşturmaya göre, HIV virüsü taşıyan çok sayıda kadın hastanelerde zorla kısırlaştırıldı.
Kadın haklarını savunan bazı kurumların Güney Afrika Cinsler Arası Eşitlik Komisyonu‘na (CGE) yaptıkları başvuru sonrasında, AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü taşıyıcısı kadınların maruz kaldığı uygulamalar soruşturuldu. Soruşturma sonucunda, HIV taşıyıcısı kadınlara insan haklarına aykırı muamelelerin dayatıldığı ortaya çıktı.
Türkiye:
TMK’nin 40’ıncı Maddesi’nde yer alan “Üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksunluk” ifadesi, cinsiyet değiştirmek isteyenlerin, üreme yeteneğinden yoksun değil ise kısırlık ameliyatı olmasını zorunlu kılıyor.
Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Genellikle kısırlaştırma olarak karşımıza çıkan öjenik uygulamalar günümüz pandemi politikalarında başka bir biçimde karşımıza çıkmakta.
Korona virüs ile yaşamaya alışın…
Önce İsveç ve ardından İngiltere Başbakanı’nın “ sürü bağışıklığı” açıklamaları ile sistem zaten anlayışının sinyallerini vermişti. Prof. Vito Laterza ve Louis Philippe Romer bu konudaki;” Bu tür düşüncede öjenik çıkarımları okumak zor değildir: “sürü” hayatta kalacaktır ancak bunun gerçekleşmesi için toplumun diğer “zayıf” üyelerinin feda edilmesi gerekir. “ şeklindeki sözleri ise bir başka gerçeği ortaya koyuyor.
Halk sağlığı uzmanı ya da epidemiyolog olmadığımız için epidemiyolojik tartışmanın ayrıntıları hakkında yorum yapamayız. COVID-19 bağlamında son zamanlarda sürü bağışıklığının kullanımına kesinlikle katılmayan ve sürü bağışıklığının genellikle aşıların etkileriyle ilişkili olduğunu ve bu nedenle mevcut durumda uygun olmadığını iddia eden birçok epidemiyolog olduğu da açıktır.
Bir başka gerçeklik ise neoliberal ekonominin (öjenik mantığa dayanan) insanların sağlığından daha önemli olduğu iddiasıdır.
Yazıyı başa saralım ve girişteki diyaloga dönelim, Dr Veithausen’in sözlerine.
Bu diyalog SS komutanları ve nazi hekimlerin katıldığı değerlendirme toplantısında geçiyor. SS komutan; “Konu idare ettiğiniz sinir hastalıkları kurumları ile ilgili değil, bu sadece başlangıç, bu iş gelecekte halkımızın üçte birinin tamamını kapsayacak, aşağılıklar, sakatlar, aptallar, alkol hastaları, seks suçluları, tembeller, kısacası sağlıklı halkımızdan aldıkları, toplumumuza kattıklarından çok daha fazlasına mal olan hastalıklı unsurlar…” diye söze başlar ve onlardan kurtulmak gerekliliği ile talimatlarını bitirir. Zaten tüm katılımcılar da bedensel ve zihinsel engelli hastaların tasfiyesi gerekliliğinde hem fikirdirler ancak uygulanacak usulün maliyeti ucuz, yöntemi de kamuoyunun fark etmeyeceği derecede gizli olmalıdır. Endişeleri budur.
Burada Dr. Veithausen devreye giriyor, toplantı masasına yemek servisi açtırıp; katılımcılara çorba ikram edip soruyor:
“Ne yediğinizi biliyor musunuz?”
“Sebze çorbası elbette.” diye cevap verilir.
“Hayır, hiçbir şey yemiyorsunuz. Evet beyler doğru duydunuz; ikinci, üçüncü, hatta dördüncü tabakta bile hiçbir şey yemiş olmayacaksınız”.
Defalarca kaynatılan sebzelerden oluşan ve besin değeri sıfıra düşürülmüş çorbayla, hastaları yerken açlıktan öldürmek fikri alkışlarla karşılanır. Fikrin uygulanmasına karar verilir.
Hiç düşündük mü bu gün bizler yediklerimizle ne kadar besleniyoruz? İnsanlığın büyük bir bölümü özellikle sahra altı Afrika gibi bölgelerdekiler açlıktan ölürken ABD gibi coğrafya başta olmak üzere bir kısmı da obezite sonucu oluşan hastalıklardan ölüyor. Bunların dışındakiler ise GDO’lu ve katkılı işlenmiş yiyeceklerden ölüyor. Kısacası çoğumuz yerken ölüyoruz. Bu durum muktedirin kaynattığı çorbaya kaşık sallamayı sürdürdüğümüz sürece devam edecek.
Peki kurtuluş olası mı?
Filmden bir sahneyle yanıtlamaya çalışayım. Yetimhane hemşiresi Sophia (Fritzi Haberland) dindar biridir ve olup bitenlerin farkındadır. Dini ahlak anlayışı gereği aklı bu zorunlu ötenaziye yatmaz. Ve papaza gider olayı anlatır. “Tanrı’nın verdiği canı ancak Tanrı alır “ dini öğretisini tekrarlar. Papaz ona hak verir ancak Naziler ortada dolaşırken Tanrı çok uzaktadır ve bazı söylemleri göz ardı edilebilir. Açıkçası papaz “bakma, görme, uyum sağla”demektedir.
Bugünkü fetvacı düzende “beka” lafları ortalıkta uçuşurken, devlet zoru tepede kılıç iken çok kişi siz güneşi gösterseniz de parmağınıza bakacaktır.
Bakmamak, görmemek, susmak sıradanlaşmakta.
Virüs nedeniyle hastalanan ve ölenlerin birer sayıdan ibaret olması da gün geçtikçe sıradanlaşacak ve çoğu kişi artık takip bile etmeyecektir.
Zayıfların yok edildiği bir yerde tek kurtuluş güçlü kalmak…Bu muktedirin kurtuluş önerisi.
Oysa dünya ölçeğinde giderek ısınan sokaklardan başka bir ses geliyor; Kurtuluş yok tek başına…
Kemal Ulusaler …13Haziran 2020