İnci Küpeli Kız.
2019 yılı Ağustosunda İnci Küpeli Kız’ın memleketindeydim. Hollanda’nın Delft kenti küçük, şirin ve buram buram tarih ve sanat kokan bir kent. Bu şirin tarihi kenti böylesine güzel ve sevimli yapan unsurlardan biri de şüphesiz kızımın orada yaşıyor olması. Büyük bir ihtimal kızım orada yaşıyor olmasaydı Delft’i ve İnci Küpeli Kız’ın orijinal tablosunu belki hiç göremeyecektim. İnci Küpeli Kız, Felemenkçe adıyla “Meisje met de parel”, Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in başyapıtı.
İnci Küpeli Kız ile Hollanda’nın Den Haag /Lahey kenti Mauritshuis Sanat Müzesi’nde Rembrandt van Rijn, Jan Steen, Paulus Potter, Frans Hals, Jacob van Ruisdael, ve Hans Holbein’ın eserleri yanında yıllardır o ince naif gülümsemesiyle uzun uzun bakışmıştık. O ne düşündü bilemem ama ben Kuzeyin Mona Lisa’sına hayran kalmıştım. Fotoğraf sanatına yakın ilgimden dolayı beni en çok çeken ışığın kullanımıdır. Ve 17 yy. Hollanda barok resminde ışık hiç kullanılmadığı kadar mükemmeldir. Delft’te pek çok yerde İnci Küpeli Kız ile karşılaşmak olası; kimi bir duvarda, kimi bir balkonda, kimi Delft’in bir başka efsanesi o güzelim Delft Mavisi porselenlerde…
İnci Küpeli Kız’ın elbette bir öyküsü var. Bu öykü biraz flu da olsa edebiyata ve sinemaya da yansıdı. Tarihi romanlarıyla ünlü ABD’li yazar Tracy Chevalier, önce İnci Küpeli Kız’ı romanlaştırdı. Bu romandan yola çıkan Olivia Hetreed tarafından senaryolaştırılıp yönetmen Peter Webber tarafından beyaz perdeye uyarlandı. Ve ben nihayet geçen hafta TRT2 filmleri kapsamında bu filmi izleme olanağı buldum.
Önce romandan ve yazarından birkaç söz etmek isterim. 1962 Doğumlu .Tracy Chevalier 1984’ten bu yana İngiltere’de yaşıyor. İlk romanı İnci Küpeli Kız (2000) ve sonra sırasıyla, Düşen Melekler (2002) Likornlu Bayan ( 2003 ),Kutsal Mavi ( 2004 ),Kutsal Işığın Altında, Leydi ve Efsane At adlı romanlar geliyor. Son romanı “A Sıngle Thread” de bizi 1930’ların Winchester’ına götürüyor. Bu son roman ABD, İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya’da yayımlandı. Henüz Türkçeye çevrilmedi. Umarım yakında kendi dilimizden okuma olanağı buluruz. Yazar bu günlerde 1490’ların Venedik/ Murano Adası’ndan bir roman çıkarmaya çalışıyor. Yaşanan Pandemi sürecinde yazarda geçmiş ile geleceğin arasında kendini sıkışmış hissediyor. Geçmişin karakterlerini bugünün karantina günlerinde sorgulamaya çalışıyor ve gelecekte bu günlerin nasıl yazılabileceğini hayal ediyor…
Kitabı okumadığım için senaryosu hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ancak2003 Yılında İngiltere BAFTA ( İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi) sinema ödülleri En İyi Uyarlama Senaryo dalında beş adaydan biri olması bize bir ip ucu veriyor. Üstelik önünde, o yıl ödülü kazanan Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü ve senaristleri Philippa Boyens , Peter Jackson ve Fran Walsh varken.
Gelelim filmin yönetmenine, aslında onu yakından tanıyoruz. Geçen yıl Kasım ayında gösterime giren Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) merkezli ve Suudi Arabistan’ın sahiplerinden biri olduğu MBC TV’de yayımlanan “Ateş Krallıkları” adlı diziden söz ediyorum. “Ateş Krallıkları”, Osmanlı Padişahı I. Selim ile Memlûk Sultanı II. Tomanbay’ın mücadelelerini konu alan televizyon dizisi. Bir kaçı hariç Arap dünyasında Türk dizilerinin yayından kaldırılıp yerine kendi yaptıkları dizileri koydukları dönem. Başta Erdoğan’ın danışmanları olmak üzere pek çok ‘akil adam’ dizi hakkında ; Osmanlı Devleti’ne yönelik bir karalama çalışması olduğunu söylemiş ve “Bizim Arap kardeşlerimizle yeni bir sayfa açıp kucaklaşmak için unutmaya çalıştığımız tarihi bu hastalıklı bakışın hiç unutmadığı anlaşılıyor. Unutmadıkları gibi, histerik bir biçimde bu tarihin üstüne üstüne gidip kendi tarihsel cürümlerini haklı göstermeye çalışıyorlar” yorumunu yapmışlardı.
BAE merkezli haber sitesi Al-Ayn’a konuşan dizinin yazarı Mısırlı Muhammed Süleyman ise, “Tarihsel anlamda hiçbir hata içermeyen bir hikaye yazmaya çalıştıklarını” söyledi ve Osmanlı döneminin “tarihsel katliamlarla dolu olduğunu” savundu. Saudi Gazette dizi için “Osmanlıların işlediği suçların örtüldüğü ve tarihin tahrif edildiği bu dönemle ilgili pek çok gerçeği gün yüzüne çıkarıyor” ifadelerini kullandı. Kahire’deki Amerikan Üniversitesi’nde Arap ve İslam Uygarlıkları Bölümü Profesörü Nelly Hanna ise dizinin amacının Osmanlıları kötülemek değil, tarihi gerçeklikleri ortaya koymak olduğunu öne sürdü.
Ortadoğu’da ve Akdeniz’de son günlerde yaşanan çatışmalar göz önüne alınırsa politik çatışmaların nasıl bir propaganda ile beslendiğini daha iyi görebiliyoruz. Nitekim; BAE gazetesi Al-Abayan’a yazan Hasan Harp’ın “Sanat hâlâ Arapların davalarına hizmet edebiliyor” ifadesi ve Mısır gazetesi Al-Watan’a yazan Naşva al-Hufi ‘nin “Türkiye Osmanlı dönemindeki gibi ihanet ve siyasi zorbalık içinde” şeklindeki sözleri bunu ayan beyan ortaya koyuyor. Türkiye’nin dış politik zaafları ve “Yeni Osmanlıcılık” kapsamındaki girişimleri sonucu neredeyse bütün bir Ortadoğu’yu karşısına almış olduğunu görüyoruz.
İşte geçen yıl bu çokça tartışılan bu dizinin yönetmeni aynı zamanda konumuz olan “İnci Küpeli Kız” filminin de yönetmeni olan; Peter Webber.
Peter Webber 2017 yılında da Türkiye’ye gelmiş ve psikolojik drama türünde bir film projesi için Türk oyuncular Kaan Urgancıoğlu ve Gönül Nagiyeva ile görüşmüştü. Yanlış anımsamıyorsam o proje daha sonra rafa kaldırılmıştı.
Her neyse, dönelim Webber’e. “İnci Küpeli Kız”, !968 Doğumlu yönetmenin ilk filmi. Daha sonra, ’Hannibal Doğuyor’, ’10 Milyar’, ’İmparator’ gibi birçok filmin yönetmenliğini yaptı ve 3 dalda Oscar, 2 dalda da Altın Palmiye’ye aday gösterildi, ancak ödül alamadı.
“İnci Küpeli Kız” BAFTA’da en iyi kadın oyuncu ödülüne de aday gösterilmişti. Buradaki oyunculuğu ile değil ama Lost in Translation (Bir Konuşabilse) ile hem Venedik Film Festivalinde hem de BAFTA’da En İyi oyuncu ödülü alan Scarlett Johansson bu filmdeki Griet rolüyle de çok başarılıydı. Bilim kurgu filmlerinin sadık bir izleyicisi olarak “Kabuktaki Hayalet” filmindeki rolüyle benim dünyamda pik yapmışlığı vardır. Ayrıca, “Yenilmezler”, “Atlara Fısıldayan Adam”, Barselona Barselona”, Black Widow” ve elbette ki “Lucy”ile…
Scarlett Johansson,oyunculuk kariyerine 1994 yılı yapımı North filmi ile başladı. O yıllarda Home Alone 3 , Little Girl, Manny & Lo , If Lucy Fell gibi birçok filmde rol aldı. 1998 yılında Robert Redford ve Kristin Scott Thomas ile birlikte kamera karşısına geçtiği The Horse Whisperer ( Atlara Fısıldayan Adam) filmi, ve 2001 yılı yapımı Ghost World filmi ile birlikte tanındı.
“Yenilmezler” , “ Kaptan Amerika” ve “ Black Widow” filmleriyle son yıllarda beyaz perdede görünürlüğünü sürdürdü.
Scarlett Johansson aynı zamanda iyi bir tiyatro oyuncusu. Zaten sinemaya da tiyatro sahnesinin tozunu yutarak gelmiş bulunmakta. Tiyatro sahnesine ilk çıkışı henüz küçük yaştayken Sophistry oyununda olmuş. 2009 yılında, Arthur Miller tarafından yazılıp Gregory Mosher tarafından yönetilen ve Liev Schreiber ile başrolü paylaştığı “A View from the Bridge” oyununda Catherine Carbone rolünü oynamış ve bu rolüyle 2010 En İyi ‘Seçme’ Kadın Oyuncu dalında Tony Ödülü’nü kazanmış.
Bitmedi; 2008’de Tom Waits ile birlikte “Anywhere I Lay My Head” adlı bir albüm yayınlayan Johansson, 2009 yılında da Pete Yorn ile ikinci albümü “Break Up”ı yapmıştı. Bununla da yetinmemiş; müzisyen söz yazarı Holly Miranda, Julia Haltigan ve Kendra Morris ile “The Singles” adlı müzik grubunu kurmuşlardı.
**
Her zamanki gibi yine filmin hikayesi ile ilgili bir şey söylemeyeceğim. Ancak bu kez film ismi itibariyle zaten bir ön bilgi sunuyor. Sözün özü bir cümle ile film “İnci Küpeli Kız”ın 1600’lü yılların Delft’tindeki hikayesi işte…
O Yılların varsıllığı ve yoksulluğu içinde resim dünyasının aldığı yer, ressamın iç dünyası, on yedi yaşındaki yoksul bir kızın ayakta kalma mücadelesi, kıskançlıklar, tutkular…
Ve kuzeyin Mona Lisa’sının ilmik ilmik yapım öyküsü…
Bir Resim, Bir Film.
“Bir resim, bir film” diye başlık attıktan sonra filmden söz edip de ona konu olmuş resimden söz etmemek olmaz herhalde. Bir tablonun bir filme dönüştüğü örneklere hayatta pek sık rastlamıyoruz değil mi?
Dolayısıyla, sizlere iyi seyirler demeden önce filmin ana teması “İnci Küpeli Kız” tablosundan, ressamı Johannes ya da Jan Vermeer’den ve o dönemin resim sanatından da biraz söz etmek isterim.
Vermeer, 31 Ekim 1632’de Delft’te bir ipek işçisinin oğlu olarak doğmuş aynı kentte yaşamış ve 15 Aralık 1675’te yine aynı kentte ölmüştür. Kısa bir süre Amsterdam macerası olmuşsa da ömrünün büyük kısmı Delft’te geçmiştir.
Vermeer’in resme ilgisi babasının bir sanat galerisi olması ve resmin içinde büyümesidir. Resmin içinde büyümek diyorum zira hem babadan yana hem de dönemin Hollanda’sının resme olan büyük ilgisi söz konusuydu. Öyle ki 1400’lü yıllardan 1900’lü yıllara kadar beş yüz yıl içinde pek çok ünlü ressam çıkaran bu coğrafya en hızlı dönemini Vermeer’in içinde olduğu 16. ve 17.yüzyıllarda yaşamıştır. Ayrıca bu dönem barok sanatın da dönemidir. Caravaggio, Bernini, Poussin, Rembrand, Rubens ve Lorrain gibi sanatçılar hep bu dönem sanatçılarıdır.
Vermeer’in onbeşli yaşlarda çırak olarak fırça ile haşır neşir olduğu yıllarda pek çok usta ressam ve resim okulu faaliyetteydi. Dolayısıyla çırak Vermeer’in Hendrickvan der Burgh, Leonaert Bramer ve Carel Fabritius’un hocaları olması muhtemeldir. Fabrius’un Rembrand’ın öğrencisi olduğu göz önüne alınırsa Vermeer’in ışığa olan ilgisi daha kolay anlaşılabilir. Bilindiği üzere Rembrand “ışığın ve gölgenin” ustasıdır. Yine o günlerde Rembrand tarafından yaratılan “Rembrand siyahı” hala son teknoloji ile dahi elde edilememektedir. Söz renkten açılmışken Vermeer’in renklere gösterdiği özende takdire şayandır. Vermeer’in en çok tercih ettiği pigmentlerden biri lapis taşından elde edilen maviydi. Bu renk her tablosunda yoğunlukla görülüyor ve tüm gölgelerin temel rengini oluşturuyordu. Buna karşın siyah rengi kullanmamış, onun yerine kahverengi ve mavi karışımı bir rengi tercih etmişti. Kimbilir belki de bu gün bile yapılamayan “Rembrand siyahı”nın ulaşılamazlığından dolayı kullanmaya cesaret edememişti.
Işık ve gölgeyi çok iyi kullanan Vermeer’in “camera obscura” yani “karanlık oda” kullanmış olduğu da söylentiler arasındadır.
Vermeer’in kadınları…
Babasının ölümünden sonra Vermeer babasının resim galerisini işletmeye de devam etmiştir. Detaylı iç mekan resimleri, Vermeer’in hiç vazgeçmediği gözde konusu olmuştu. İlhamını hayatın günlük olaylarından almıştı. Pencere önünde mektup okuyan, masa başında mektup yazan, küçük klavseni ile konser veren, lavta çalan, dikiş diken, boynuna kolye takan, pencereden bakan veya günlük bir işle uğraşan kadınlar Vermeer’in konuları olmuştu. Bazı resimlerine genellikle hizmetçi olan ikinci bir kadını da dahil etmiştir. Erkek figürler ise resimlerinde ender olarak yer almıştır.
Vermeer zamanının çoğunu resim ve çocuk yapmakla geçirmiş. ( 11’i sağ 14 çocuğu olduğu söylenir)
Vermeer1662 ve 1670 yıllarında Delft Ressamlar Loncasına başkanlık yapmıştır. Geçimini resimleriyle sağlayan Vermeer Fransız işgali döneminde yaşanan krizden bütün Hollandalılar gibi olumsuz etkilenmiş, yoğun miktarda borçlanmış ve geniş ailesini besleyemez duruma düşmüştür. Zaten bu nedenle bunalıma girerek genç yaşta ölmüştür.
Yaşadığı sürece Delft dışında adı pek duyulmayan Vermeer’in değeri iki yüz yıl sonra 1866’da Fransız eleştirmen Thoré-Bürger’in çalışmalarıyla anlaşılmıştır. Vermeer bu tarihten itibaren resim sanatının en büyük ustaları arasında yer almıştır.
Filmimize konu olan”İnci Küpeli Kız”da Vermeer’in son dönem yapıtlarından olup yeteneğinin tüm özelliklerini taşır.
Kemal Ulusaler…01 Temmuz 2020