“GERÇEK ŞU Kİ, YANLIŞ YA DA DOĞRU OLAN NEYDİ, BİLMİYORUZ. BİLDİĞİMİZ ŞU: KİMYASAL PENCERE KAPANINCA BAŞKA BİR UYANIŞ GERÇEKLEŞTİ. İNSAN RUHUNUN HER İLAÇTAN DAHA GÜÇLÜ OLDUĞU… BESLENMESİ GEREKEN BU. ÇALIŞMA, OYUN, DOSTLUK, AİLE… ÖNEMLİ OLAN BUNLAR. UNUTTUĞUMUZ BUNLARDI, EN BASİT ŞEYLER.”
Dr. Malcolm Sayer / Uyanışlar.
Bu gün bir filmden söz edeceğim
ve umutsuzluktan, çaresizlikten
ve bir oyuncudan ( oyunu gerçeğe dönüşen)
ve binlerce insandan
bir kısmı hala uyuyan…
Sağlık ve sağaltım, hastalık ve ölüm. İnsan kendini bildi bileli bu hep var oldu. İnsan hayatında ve doğada olup bitenlere her daim ilgili, hatta iç içe olan sanat da bu konuya kayıtsız kalamazdı.
Kalmadı da…Doğayı ve insanı hep işledi. Sanatın diğer dallarının yanında sinema da var olduğundan bu yana bu konuyu çeşitli biçimlerde ele aldı.
Sinema, hiç şüpheniz olmasın, yaşadığımız şu küresel salgın günlerinin de pek yakında aynası olacaktır. Sinema sanatı için yeni bir konu, sinema sanayi için bulunmaz bir malzeme…
Yerkürenin çeşitli noktalarında yaşanan dramlar, insan hikayeleri, olaylar, entrikalar, politik tutumlar, ekolojik arka plan ve aklımıza gelmeyecek ne olgular/olaylar, hepsi bir şekilde beyaz perde de kendine yer bulacak.
İzleyecek ve göreceğiz.
**
11 Ağustos 2014 haber ajanslarının neredeyse tamamı bir “son dakika” haberi geçiyordu; “Oscar ödüllü aktör Robin Mc Laurin Williams evinde ölü bulundu. California Polis Deparmantı, Williams’ın kendisini asarak hayatına son verdiği ihtimali üzerinde duruyor.”
Ölüm haberi, Robin Williams’ın yaşamı, filmleri ve ödülleri hakkında bilgi ile birlikte görsel ve yazılı medyada duyuruluyor ve neden sorusu ile bitiriliyordu.
Sorular bizi Leonard Lowe’a götürüyordu. Leonard, otuz yıldır dış dünya ile bağlantısı kesilmiş bir biçimde yaşayan, “umutsuz vaka” olarak görülen Lewy Cisimcikli Demans ( Lewy Body Demantia-LBD) teşhisi konulmuş nöropsikiyatrik bir hastaydı. Doktoru Malcom Sayer’di. Sayer bu hastalığa yakalanan insanlar uzun süredir hareket etmeyen, gözleri açıkken uyku modunda olan yani herhangi bir şeyi algılayamayan insanlardan oluşan bir hastanede görevliydi. Bu hastaların yıllardır bu durumda olmaları ve hiçbir iyileşme göstermedikleri gerçeği, doktoru çok rahatsız ediyordu. Kimyasal bir ilacın işe yarayabileceğini öğrenen Dr. Sayer, bu ilacı Leonard üstünde dener ve olumlu sonuç alır. Ancak bu uzun sürmez ve Leonard hızla eski durumuna döner. İlacın yararlı olduğu kısa dönemde Leonard gerçek dünyayı görmüş ve içinde yaşama isteği doğmuştur. Dr. Sayer de Leonard’ı görmüştür.
Dr. Sayer, Leonard’ın yerine kendini koyar; bu hastalıkla yaşamak bu acıları çekme gerçeğini, yaşama isteğini ve çaresizliği, kaçınılmaz sonu can yakıcı bir şekilde görür ve yaşamına son verir.
Aslında hayatına son veren Dr. Sayer, Robin Williams’ın ta kendidir.
Robin Williams yıllar önce Dr. Sayer olarak rol aldığı Awakenings / Uyanışlar adlı filmi gerçek hayatta yaşamaktadır. 63 Yaşındaki oyuncuda “Lewy Cisimcikli Demans –LBD” belirtileri görülmüştü. Bu hastalar hafıza muhakeme yeteneklini kullanma, hareket, konsantrasyon ve görsel algılamada sorunlar yaşıyordu. Ve Williams bunu çok iyi biliyordu. Zaman zaman oyuncular rolleriyle bütünleşir ve bir süre onunla yaşar derler. Ne kadar doğru bilemem ama birlikte San Fransisco’da Rubicon adlı bir lokanta işletmekte olup, iyi bir arkadaş ve ortak olarak birlikte çok zaman geçirdikleri Robert De Niro’nun Leonard rolü onu bir hayli etkilemiş olsa gerek.
Dolayısıyla filmin sanallığı ile hastalığın gerçekliği ( cisim ile gölgenin bir birine karışması gibi) öyle iç içe geçmiş olmalı ki oyuncu “The End /Son” yazısını bizatihi kendisi yazmaya karar vermiş.
**
“Lütfen bu kadar endişelenmeyin. Çünkü sonunda hiçbirimiz bu gezegende uzun süre kalmayacağız. Yaşam çok hızlı ilerliyor.”
Robin Mc Laurin Willams
Gerçekten de zaman hızla ilerliyor. Akıp giden zamandaki her şey gibi Williams’da zamanın seline kapılıp kayboldu.
Williams’ın ardından bir taziye mesajı yayınlayan zamanın ABD Başkanı Barack Obama, Williams’ın bir uzaylıyı canlandırdığı ‘Mork and Mindy’ adlı televizyon dizisine referans vererek, “Hayatımıza bir uzaylı olarak girdi ama sonunda insan ruhunda dokunulmadık yer bırakmadı. O bir radyocu, doktor, dadı, başkan, profesör, Peter Pan ve aradaki her şeydi. Ama benzersizdi. Bizi güldürdü, ağlattı. Sınırsız yeteneğini, ihtiyacı olanlara bize özgürce ve cömertçe verdi” derken paylaştığım bir gerçeğe vurgu yapıyordu.
Kimi ölümünden önce kimi sonraki tarihlerde çeşitli Robin Williams filmleri izledim ama çoğunda sinemanın büyüleyici yanı ağır bastı ve Williams’ın oyunculuğu…
Williams ve tabii ki Robert De Niro’nun müthiş oyunculuğu ile hafızamda iz bırakan ve bir kez daha izlediğim Awakenings / Uyanışlar filminden biraz söz etmeden olmaz.
Oliver Sacks’ın mesleki yaşamından bir kesiti anlattığı aynı isimdeki kitabından uyarlanan 1990 yapımı Uyanışlar (Awakenings), letarji veya katatoni halinde olan kişilerin levodopa tedavisine verdikleri dramatik yanıtı konu edinen dokunaklı bir film.
Filmde 1960’lı yılların sonunda, mesleki yaşamında uzun bir zaman klinikten uzak çalışmalar yapan bir nöroloji uzmanı olan Dr. Malcolm Sayer ( Robin Williams), kronik hastaların takip edildiği bir klinikte işe başlar. İlgilenilmesi gereken hastalar “umutsuz vaka” olarak görülen nöropsikiyatrik hastalardır. Hemen hepsinde dış dünyadan yalıtıldıklarını düşündüren bir bilinç bozukluğu ve katı bir duruş vardır. Adeta kendi dünyalarına çekilmiş, dışa tamamen kapanmış hastalar…
Dr. Malcolm Sayer hastaların geçmişini araştırdığında konulan tanıların hep belli belirsiz olduğunu görür: Postensefalitik letarji, atipik psikoz gibi. Onları izlediğinde hastaların çoğunda bu bilinç durumunun aslında bir içe kapanma olmadığını görür, katılaşma ve hareket kısıtlılığı gibi bazı klinik belirtilerin başka bir nörolojik sendrom olan Parkinsonizm ile benzerliğini keşfeder.
Bunu diğer meslektaşlarına aktardığında ise, meslektaşları bir tür Semmelweis refleksi ile tepki gösterip Dr. Sayer’in iddiasını reddederler. Hastalarından biri olan, yaklaşık otuz yıldır dış dünya ile bağlantısı kesilmiş Leonard Lowe ( Robert De Niro)ile kurduğu kişisel bağ ve onun üzerinde denediği levodopa tedavisine Lowe’un verdiği dramatik yanıt, hastaların uyanış sonrası yaşadıkları, doktorun diğer meslektaşlarına karşı verdiği inandırıcılık mücadelesi, tedavi sürecindeki başarısızlıklar ve kötüye gidiş filmin akışını oluşturur.
Film, normal hayatın akışı içinde hiç farkında olmadığımız, bize sıradan gelen ;
dil ve konuşma gibi, iç ve dış sesin hayatımızdaki büyük rolü,
dostluk gibi ancak uzak olunca farkına vardığımız,
oyun gibi olmazsa yaşamın ne kadar sıkıcı olacağını hiç düşünmediğimiz,
müzik gibi en az dil kadar evrimi insan evrimine denk bir kazanımın sıradan olmasındaki garabet,
iletişim kurmak gibi şu korona virüs günlerindeki tecrit ile ancak önemini kavradığımız pek çok kavramın ve olgunun ne kadar önemli olduğunu bize tekrar tekrar anımsatıyor.
John Q (2002), You Don’t Know Jach (2010), Guguk Kuşu (1975), Lorenzo’nun Yağı (1992)Patch Adams( 1998), wit (2001), Sicko( 20017), Rain Man (1989) ve bizde Kelebeğin Rüyası (2013), Yazı tura(2004) gibi pek çok sağlık ve sağaltımı, hastalıkları konu edinen filmler çevrildi ancak bunlardan birkaçı – Uyanışlar’ın da içinde bulunduğu- hafızalarımızda iz bırakmıştır.
Bu özelliklerine rağmen, Uyanışlar Akademi Ödüllerine üç dalda ( en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi uyarlama senaryo) aday gösterilmesine rağmen ödül alamamıştır. Ayrıca Japonya Film Akademisi’nde en iyi yabancı film ve Altın Küre’de en iyi erkek oyuncu dallarında da aday gösterilmiş ancak sonuç değişmemiş. Yine, Randy Newman’ın yapmış olduğu oldukça güzel film müzikleri ( özelikle Awakening, Time of season , End title ve Leonard adlı parçalar…) Grammy’e aday gösterilmesine rağmen ödül alamamıştır.
Robert de Niro ve Robin Williams NBR ( National Board of Review) ödülü alırken ayrıca Robert De Niro New York Film eleştirmenleri birliği en iyi oyuncu ödülü almış.
Ödüller böyle. Biraz da filmin yönetmeninden söz edelim; Penny Marshall, öyle pek de başarılı örnek vermemiş bir yönetmen olarak biliniyor. Senaryo uyarlamasında ise Steven Zaillian’ın imzası var.
Çok Yönlü bir Yazar; Oliver Wolf Sacks.
Orijinal senaryo sahibi Oliver Wolf Sacks’a gelecek olursak; 1933 doğumlu Sacks aslında koltuğunun altında pek çok karpuz sığdırmış çok yönlü biri. Hastaları ile ilgili yazdığı kitaplarla tanınmış bir nörolog.
Doktor bir ailenin çocuğu. Tıp öğrenimini Oxford Üniversitesi‘nde tamamlamış. 1965 yılından yaşamının sonuna kadar, New York‘ta yaşamış ve nöroloji profesörü olarak doktorluk mesleğini sürdürmüş.
Mars’ta Bir Antropolog, Karısını Şapka Sanan Adam gibi kitapları hasta deneyimlerinin toplandığı kitaplar.
Uyanışlar bir tür otobiyografidir. Sacks’ın diğer kitapları da deneyimlerine dayanır.
Örneğin 1960’li yıllardaki “çılgın” gençlik dönemlerinde sık sık halüsinojen maddeler aldığı bilinen Sacks, bu döneme dair anılarını “Halüsinasyonlar” adlı kitabına aktardı.
On the Move, iç dünyasına açtığı bir pencere ve görkemli bir anı kitabıdır.
Ayrıca müziğin ve dilin evrimiyle de ilgilenen Sacks’ın bu konulardaki “ Müzikofili” ve “ Seslerin Görmek” adlı kitapları ilgi alanı olanlarca okunması elzem kitaplardandır.
Oliver Sacks aynı abisi gibi yüz tanımakta büyük zorluklar yaşamış olup “prosopagnozi”
fenomeninden muzdaripti. Ayrıca, 2006 yılında sağ gözünde melanom adı verilen bir kanser tespit edilmiş bu tümörün tedavisi için radyoterapi görmüş ve radyoterapi sonrasında sağ gözüyle görme yetisini neredeyse tamamen kaybetmişti.
Hayatı boyunca pek çok acı çeken yazar Murathan Mungan’ın acı çekenlerden iyi yazar çıkar tespitine denk düşen iyi bir yazardır.
DİKKAT MİKROFON AÇIK!
“Siyasetçiler bebek bezi gibidir. Malum sebeplerden dolayı sık sık değiştirilmelidir.”
Robin Williams
Yazının ta başında imlediğimiz gibi hala uyumakta olan binlerce insandan da biraz bahsetmesek olmaz elbet.
Filmde konu edilen ve R.Williams’ın yakalanmış olduğu hastalıkla ilgili filmi izlemiş olup Williams’ın ölümüne vurgu yapan bir hasta yakını bu hastalığı kendi tecrübeleriyle anlatmış ve eklemiş; “Robin Williams’ın yerinde olsam ben de intihar ederdim!
Teknik olarak Williams intihar ederek ölmüş olabilir, ancak onun asıl ölüm sebebi LBD’dir. LBD insana ne mi yapıyor? En güzel ve en parlak anılarını, zihnini, düşüncelerini elinden alıyor ve insanı bir harabeye çeviriyor, bunu olabilecek en yıkıcı şekilde yapıyor.
Robin Williams’ın neler yaşadığını bilemem, ama LBD’nin ne menem bir illet olduğunu kendi yaşadıklarımdan size aktarabilirim.Babam bu hastalıktan dolayı bir bakımevindeydi.
Çok çılgın halüsinasyonlar görüyor ve çoğunlukla bunlar onu gerçekten deli ediyordu. Çizemiyor, resim yapamıyor ver hatta radyo daha dinleyemiyor, çünkü sesler onu delirtiyor. Artık vücudu da hastalığı kaldıramıyor, çökmüş durumda. Parkinson hastalığına benzer semptomlar var. Zaten bu hastalıkta görülen titremeler çoğu zaman Parkinson ile karıştırılıyor, çünkü doktorlar LBD hakkında çok bilgi sahibi değil.”
Williams’ın eşi Susan Williams ise bir ropörtajda” İntihar ettiği için Robin Williams’ı suçlayamam, şansı varsa Robin belki üç yıl yaşardı. Bunlar da çok zor yıllar olurdu. Muhtemelen de bir yere kapatılırdı” diyor.
Yukarıdaki anlatılara daha pek çoğunu eklemek olası. Ancak ortada bir başka gerçeklikte mevcut; hala binlerce uyuyan var ve uyku haline doğru yol alan acılı süreci yaşayan binler…
Üstelik LBD dışında diğer demans hastaları, Parkinson hastaları ve Alzheimer hastaları. Hepsi benzer konumdalar. Hepsinin yakınları en az onlar kadar acı çekiyor ve çaresizlik içinde kıvranıyorlar.
En acı olanı çaresizlik ve umutsuzluk.
Søren Kierkegaard için umutsuzluk ölümcül hastalıktır. Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden, ölümle sürekli bir can çekişme hâli içinde olmaktır.
Ölümcül hastalık dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme giden bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur. Umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmamasıdır.
İşte Robin Williams’ı ölüme götürende budur. Tıpkı filmde olduğu gibi gerçek hayatta da insanlar duyarsız, acımasız ve bencildir. Acının sınırları içinde olanlar ve sınırların dışındakiler arasında uçurumlar vardır.
Ara başlıkta yine Williams’ın dediği gibi sorun çözücü olması gereken yönetme sorumluluğunu almış politikacılar tam da çocuk bezi gibidirler. Toplumun seçicileri, tercih mercileri olarak bizlerinde suçu büyük elbette. Arada bir önümüze yeni bezler gelince, “ohh ne iyi, mutlu günler yakın”havasına girmesek belki bir şeyler düzelecek.
Konu edindiğimiz filmin bu kadar ilgi çekici ve dokunaklı olmasının altında yatan nedenlerden biri de, bilimle kurduğumuz bağın yanı sıra empati ile kurduğumuz sağlam insani bağın dokunduğumuz yaşamlar için iyileştirici özelliği olduğunu hatırlatması değil mi?
Filmi izleyecek olursanız, “İnsan ruhu ilaçtan daha güçlüdür” ve “ Kimyasal pencere kapanınca başka bir uyanış gerçekleşir” sözleri demek istediklerimi tamamlayacaktır.
Lakin bizlerin duyarlı yaklaşımları, empati ve son zamanların deyişiyle farkındalık yaratmaktan öte siyasi otoritenin de yapması gereken bir şeyler yok mu?
Yaşadığımız dünyada olması gerekenle/ olan arasında büyük farklar var.
Endüstri 5/0, yapay zeka, nesnelerin interneti, öğrenen makineler , gen terapisi gibi biyoteknolojik gelişmeler, nanoteknolojideki ilerlemeler devasa boyutlarda da olsa insana dokunmayınca bir şey ifade etmiyor. Bilimde bunca yol alındığı söylenirken covit-19’a yönelik aşı hala çok uzaklarda.
Kaldı ki kapitalist sistem içinde sorun yaratanlardan çözüm üretmelerini beklemek abesle iştigal değil de nedir?
Trump, Bolsanaro, Boris Jonson vb. kişilikler için ekonominin işlerliği insan hayatının hep önünde olduğunu görüyoruz.
Özel sermaye de kamu kaynaklarını yiyip yuttuktan sonra, kalan kaynağın ‘sosyal devlet ‘ mekanizması içinde kaliteli bir yaşlılık hakkının sağlanması ve onların sağlık harcamalarına gitmesine tahammül edememekte. Korona virüs nedeniyle ölen yaşlı, kanser, koah, kardiyo ve göğüs hastalıkları sahibi, hastalık, yoksulluk sonucu yeterli beslenememe gibi nedenlerle bağışıklık sistemi zayıflamış insanlar ve evsizlerden oluşan yüz binlere bakıp sistemin bıyık altından sırıttığını görür gibi oluyor insan.
Hayır mı? Yapmayın Beyler!
Mikrofonu açık unutmuşsunuz duyuyoruz…
Dipnotlar:
Letarji: Uyku eğiliminin artmış olduğu bir bilinç bozukluğu.
Katatoni: İleri derecede hareket kısıtlılığına yol açan bir tür kas katılığı ve duruş bozukluğunun olduğu psikomotor bir fenomen.
Parkinsonizm: İstirahat tremoru, hareket yavaşlığı, katılık ve postural refleks kaybı gibi ana bulguların dışında mimiklerin azalması, konuşma ve yutma güçlüğü, el yazısının küçülmesi, donma atakları, bilişsel bozukluklar, uyku bozuklukları gibi bulguların da olabileceği Parkinson hastalığını düşündüren; ancak altta yatan dejeneratif beyin hastalıkları, toksik süreçler, ilaç yan etkileri gibi nedenlere bağlı gelişebilecek klinik tablodur.
Semmelweis Refleksi: 1818-1865 yılları arasında yaşamış olan Macaristan doğumlu bir jinekolog olan Ignaz Semmelweis, lohusalık humması olgularını gözlemlemiş ve enfeksiyonları azaltmak için başlattığı sıkı bir el yıkama uygulaması ile başarılı olmuştur. Ancak meslektaşları tarafından teorisi kabul görmemiş ve dışlanmıştır. Semmelweis’ın iddiaları yıllar sonra kabul gördü. Ayrıca bir iddiayı direkt reddetmeye verilen tepkiye Semmelweis Refleksi denir.
Levodopa: L-Dopa olarak da adlandırılan dopamin öncülü maddedir. Dopamin üreten nöronlarda dejenerasyon görüldüğü Parkinson Hastalığında kullanılmaktadır.
Kemal Ulusaler…19 Mayıs 2020