Gözlerini ver!..
Kemal Ulusaler…Kasım 2024
Bebek kıçı yanaklar üzerinde boncuk mavi gözler –az in aşağı- kalın dudakların hemen altında, işte orada da lolipop çubuğundan kurtulmuş çene.. Görüyorum seni. Çipil gözlerle baktığın satırların arasından bakıyorum sana ve soruyorum; okuyucu musun, seyirci mi?
Karar ver ve geç yerine!
Şimdi sana iki seçenek sunuyorum – bir deli karakterin sunacağı en berbat iki seçenek.-
Kırmızı ya da mavi kablo…Birini keseceksin. Ya bomm uçacaksın ya da öyküye devam.
Dedim ya deliyim ben.
Vee sen, seçimini yaptın işte, okumaya başladın; artık beynine bir koklea kadar yakınım, bilesin.
**
Parka birbirlerine dayanarak girdiler. Daha doğrusu koyu karanlık gözlük neredeyse yaşıtı kadına bırakmış gibiydi kendini. Koluna girdiği kadın onu,
-kahverengi etek üzerine giyilmiş mavi bluz ve üstündeki gri mantolu kadını-
sürüklüyor gibiydi. Huzursuz adımlarla yaşlı ıhlamurun altındaki boş ahşap banka ilerlediler. Kısa saçlı, gri bereli, koyu gözlüklü kadın daha bir huzursuz gibiydi. Elleri çevresini hissetmeye çalışır gibi yarı açık boşluğu yokluyordu.
Başını ani hareketlerle sağa sola çeviriyor, sonra yere eğiyor, belli belirsiz gülümsüyordu. Kuşların yoğun cıvıltısı, çocuk kahkahaları, uzaktan uzağa gelen trafiğin gürültüsü içinde hiçimsi gülümsemeler…
Belli belirsiz mırıldanmalar içindeydi. Ihlamur kulak kesilmiş anlamaya çalışıyordu;
“Benim adım Hiç
Nam-ı diğer dilsiz -Lal-i lal-
Özgür, kadın ve sahipsiz…”
Ama, ama bir zamanlar hiç değildim ben. Bütünüyle bir bendim; eş, anne, evlat…
Çok canlıydım biliyor musunuz?
Seni meraklı kocamış ıhlamur, beni dinlediğini biliyorum, hissediyorum.
Nasıl mı?
Unuttun mu deliyim ben. Çatlak ya da kafadan kontak işte, kırık, manyak, çılgın…
Çılgın en yakışanı, çılgını seviyorum. Çılgınım ben.
Canlılar içlerinde davetli ya da davetsiz sayısız başka canlılarla yaşarlar. Aklın hegemonyasından kurtulduğum günden beri ben de farklı canlılarla yaşıyorum. Biri de Demon. Ne yaptıysa o yaptı. Bir de mantarlar. Demon kötüdür, çok kötü. Mantarlar ondan da kötü.
Herkes çok akıllı olduğumu söyler saygı duyardı bana ama demek ki eksik bir yanım da varmış. Belki de Aristo haklıydı, eksik kalmış olduğum için kadındım belki de.
Evdeki melektim. Diyeceksin ki şeytan da bir melektir. Haklısın ne diyeyim.
Evet evdeki bir melektim, akıllı ve güzel. Muhteşem güzellikte -üstelik original- bir tablo. Evdeki duvara çivilenmiş çivisinden kurtulamayan.
Aziz deli gibi aşıktı bana sonra zamanla akıllandı(!) başka bir aşk buldu. Bense aşık ve akıllı iken zamanla delirdim. Sonra ne mi oldu? Aşkı da aklıda öldürdüm. Akıllıları da tabii.
Önceleri öyle değildi ama yavaş yavaş fikir belirdi. Birgün -iyi hatırlıyorum- doktora dedim ki; Üçgenin dik kenarlarındaki fikirlere bir hipotenüs lazım. Siz de var mı?
Yok mu? Hay Allah hiotenüssüz fikirler yalnızlıktan solup gidecekler.
Bir şaşının gözleri gibidir fikirler nereye baktığını asla bilemezsin. Ben biliyordum, hipotenüsü çoktan bulmuştum, mantarlar…
Ben Medea idim, Kirke’nin yeğeni şifacı. Ben şifacıydım, herşeyi gören ve bilen. Nasıl bilirsem yılanın yerde gevşediğini öyle bilirdim insanı ve acısını. Ben şifacıydım, acılara son veren, saygı duyulan ve korkulan.
Hepsi ben değildim ama. Çoğu gücü Demon’dan alırdım. Demon, akıl hocam.
Aziz’in akıllandığı günler sonrasıydı. Bir gün cam kenarında oturmuş Demon’la konuşuyordum. Annem, “kiminle konuşuyorsun” dedi.
“Onunla” dedim kısaca .
“Kim o?”
“Cin işte, senin cinin yok mu? ”
“Öyle şey olmaz kızım”
“Nasıl olmaz? Varlar. Hemde rengarenkler. Kırmızı, sari, mavi ,yeşil…”
Annemin nasıl korktuğunu anlatamam.
Ertesi gün Münevver Nine evdeydi. Elinde koca bir tas. Üstümde beyaz bir nevresim- kefen giymiş gibiydim- Eritilmiş kurşunlar döküldü koca tastan. Cııss, Cosss diye sesler..Bende bir kıkırdama, bir kıkırdama sorma gitsin. Ben kıkırdadkça Münevver nine bağıra bağıra;” el cinni, mel cinni, pembe cinni püffff.” diye rüzgarlar estiriyordu tepemde. Ben örtünün altından, “ pembe yok, pembe yok.” diye avazım çıktığı kadar bağırıyor , kahkahalar atıyordum.
Sonra kahkahalar bitti.
İçimdeki her neyse tekneye yapışmış midyeler gibiydi. Giderek sıkıştırıyordu beni; ince bir şüphe, kadim dostluğa atılmış bir çizik. Cam çatlamak üzereydi. Tadım kaçmıştı. Karanlığı sever olmuştum. Işığı, yıkanmayı, insanları ise sevmez…
Onlarda beni sevmiyorlardı. Korkuyorlardı, hissediyordum.
Beni sevsinler istiyordum. Yemekler yapıyordum onlara, tuzlu, şekerli. Yemiyorlardı.
Oysa ne mantarlar yapmıştım da yemişlerdi.
Mantarlar, mantarlar, mantarlar…Beni deli eden mantarlar.
Odamın duvarlarına çeşit çeşit mantar çizdim. Her biriyle ayrı ayrı konuştum. “Neden” dedim.
“Neden fikrimin hipotenüsü oldunuz?”
Hayal gördüğümü mü sanıyorsunuz? Hayaletlere inanmam. Ama olsalardı iyi olurdu. Bedensiz insanı hep hayal etmişimdir. Zihnin bedenden azade hallerini hep merak etmişimdir. Birbirlerini aralar mı? Özlerle mi? Merak işte.
Daha önce söylemişmiydim, ben şifacıyım. Söyledim mi? Her neyse şimdi yine söylüyorum işte. Sesleri kovmanın yolunu buldum. İşte bu boynumdaki kara tavuk kemiğinden işlenmiş
– ben işledim-kolye. Üzerindeki semboller benim sırrım. Bunu yaptım ve takar takmaz, şıpp kesiliverdi sesler… Tüm renkler yok oldu, sonra sadece beyaz kaldı.
**
Öykü burada bitti sandınız değil mi? Bitmedi.
O yağmurlu ve fırtınalı günde koşa koşa eve gelirken dışarıda lodosun uğultusu, kafamın içinde seslerin uğultusu ile birleşince kapıya varmadan yığılıvermişim. Uyandığımda kolyem yoktu. Aramadık yer, bakmadık köşe bırakmadık. Yoktu. Yok. Yok. Yoktu…
Şüphesiz onların işiydi. Şifacılığıma, onları kısa sürede olsa kendimden uzaklaştırmış olduğuma çok ama çok kızmışlardı. İntikam peşindeydiler. Onları nasıl satarmışım. Bunun bir bedeli olmalıymış, bir ceza…
Yorganların altına, yatakların altına girdim. Ceza diyor başka bir şey demiyorlardı.
Ceza, ceza, ceza…
Tamam dedim sonunda kesin cezamı da bitsin bu işkence.
Gözlerin dediler, çıkar onları bize ver!
Yapamam sandınız değil mi?
YAPTIM.
İki yeşil gözüme de şırınga soktum ve çektim içindekileri şırıngaya.
Gözlerim hala şırınganın içinde. Aradan yıllar geçti. Alan olmadı. Oysa ne çok istemişlerdi.
**
İşte böyle koca ıhlamur, bu kadar. Ne o hışırdayıp duruyorsun? Benden üçbin vuruşluk bir hayat hikayesi mi bekliyordun yoksa.
Yağmur mu yağıyor, yoksa ağlıyor musun?
Ağla, ağla..Ağlamak iyidir.
Avuçlarımda nemi hissediyorum.
Bak şimdi soruyorum sana, söyle; kim bilir kurumuş gözlerin neme özlemini?
Kemal Ulusaler