Ümit Fırat Açıkgöz – Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Bu yazı 06 ağustos 2020 Tarihli BirGün Gazetesi’nden alıntıdır.
Türkiye’de Soma benzeri pek çok örnekte olduğu gibi, Beyrut patlaması bir kaza değil. Düpedüz katliam. Lübnanlı siyasilerin, vatandaşlarının paraları ve geleceklerinden sonra canlarını ve evlerini de ellerinden aldığı bir katliam.
“Gelmeyin abi, sakın buraya geri gelmeyin!” 4 Ağustos akşamüstü Beyrut’ta yaşanan patlamayı haber alır almaz ulaşmaya çalıştığım dostlarımdan bir tanesi Ara. Lübnanlı bir Ermeni. 28 yaşında. Türkçeyi, yıllarca Türkiye’de yaşayan ve dersler alan pek çok akademisyeni kıskandıracak denli güzel konuşuyor. Ermenice ve Arapça dışında kendi çabasıyla öğrendiği dört dil daha var. Üniversite mezunu. Bir barda garsonluk yapıyor. Aklımdan 2 Temmuz günü son görüşmemiz geçiyor. Cebinden bir küçük deste para çıkarması ve sorması: “Maaşımı aldım abi. Bir milyon Lübnan lirası. Krizden önce 650 dolardı. Şimdi 150 dolar. Nasıl yaşayayım ben bu parayla?” Aylardır devam eden ağır ekonomik krizde ilk defa ona moral verecek bir cevap bulamadığım bu soruyu sorduğunda sakindi Ara. Şimdiyse telefonda isyankar, bağırıyor. Ağır bir küfür savuruyor olanlara. “Sokaklar ölülerle dolu abi. Sokaklar ölülerle dolu…”
Lübnan’da işler o kadar kötü, ekonomik kriz o kadar ağır ki, kanlı bir iç savaş, İsrail işgalleri ve sayısız terör saldırısı yaşamış ülkenin sakinleri “Daha kötüsü olamaz!” der, daha doğrusu öyle hisseder olmuştu. Ta ki Salı akşamüstüne dek… Beyrut limanında yaşanan, yıkıcılığı ile olmasa da yarattığı devasa duman bulutu ve etkilediği alanın çapı ile nükleer silahların neredeyse unutulan dehşetini tüm dünyaya hatırlatan patlamaya kadar. Ertesi sabahında konuştuğum, 1975-1990 İç Savaşı çocukluk ve ilk gençliğine denk gelen başka bir Lübnanlı dostuma “Bir daha asla, daha kötüsü olamaz demeyeceğim!” dedirten patlamaya kadar…
Patlama hakkında bildiklerimiz ve bilmediklerimiz ya da hiçbir zaman bilemeyeceklerimizle ilgili bahsi kısa keseceğim. Hem buna dair pek çok yazı okudunuz veya “bilirkişi” dinlediniz, hem de patlamanın nasıl bir siyasi yapının sonucu olduğu ve ne gibi sonuçları olacağı çok daha önemli meseleler.
2013 yılında Gürcistan’dan Mozambik’e 2750 ton amonyum nitrat taşıyan Moldova bandıralı bir gemi, arıza sebebiyle Beyrut limanında demirledi. Yapılan incelemeler sonucu Lübnanlı yetkililer, geminin tekrar yola çıkmasının uygun olmadığına hükmetti. İlerleyen aylarda ne gemideki yüke ne de geminin kendisine sahip çıkan oldu. Geminin sahibinin iflas ettiği anlaşıldı. Alacaklılarının hak iddiaları ise bir sonuca bağlanmadı. Liman yetkilileri güvenlik gerekçesiyle amonyum nitratı gemiden, limandaki bir depoya aktardılar. İşte 4 Ağustos akşamüstü kilometrelerce ötedeki binalarda büyük hasarlara yol açan, sesi 120 kilometre ötedeki Kıbrıs’tan duyulan ikinci patlamanın sebebi, altı yıldır aynı depoda bekletilen bu 2750 ton amonyum nitrattı.
HİZBULLAH-İSRAİL GERGİNLİĞİNİN PATLAMALARDA BİR ROLÜ VAR MI?
Buraya kadarki kısım bildiklerimiz. İkinci ve büyük patlamaya yol açan ilk patlama nasıl oldu? İlk patlamaya yol açan yangın nasıl çıktı? Son tırmanan Hizbullah-İsrail gerginliğinin, Hizbullah’ın Beyrut limanında silah depoladığına dair iddiaların bu patlamalarda bir rolü var mı? Bunları bilmiyoruz. Muhtemelen hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğiz. Daha doğrusu on yıldan fazladır Lübnan tarihi ve siyasetiyle ilgilenen, iki senedir Beyrut’ta yaşayan, patlamadan sonra onlarca Lübnanlı ile haberleşen ben bilemeyeceğim. Yoksa sosyal medyanın maharetli komplo ifşacıları ve vizyoner büyük resimcileri ile ana akım medyanın kanaat teknisyenleri şimdiden her şeyi biliyorlar. Okumakta olduğunuz yazı ve benzerleri, onların sürükleyici anlatıları, dört başı mamur teorileri, manidar olay eşleştirmeleri, gizemli detayları, maceraları, aksiyonları ve dramalarıyla nasıl baş etsin?
Patlamanın Beyrut’a yaşattığı dehşetin boyutları zamanla netleşecek. Şimdiden ölü sayısı yüzlerle, yaralı sayısı binlerle, evsiz kalan insan sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Tüketiminin yüzde sekseni ithalata dayanan Lübnan’ın can damarı Beyrut limanı, ekmek kıtlığının kapıda olduğu ülkenin tahıl silosu ve Covid-19 pandemisi sırasında önemi daha da artan hastanelerin üçü artık yok. On binlerce bina hasarlı. Kimi tamamen yıkıldı. Kentteki otellerin çoğu kullanılamaz halde. Beyrut’u Beyrut yapan semtlerde, hasar almayan işyerlerini saymak alanları saymaktan daha kolay.
Bu tablo, müreffeh ülkeler için bile çok ağır. Tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşayan Lübnan için ise mahvedici.
Türkiye’de, Lübnan’daki ekonomik krizi aanlattığım hemen herkesin tepkisi “burası da aynı, durum çok kötü” oluyor. Kötü yönetilen, gittikçe de kötüye giden ekonomisi yüzünden Türkiye’de az ya da çok bedel ödemekte olan herkese büyük saygı duymak ve empati beslemekle birlikte söylemek zorundayım: hayır, burası da aynı değil… İki ülkenin içinden geçtikleri ekonomik kriz, maruz kaldıkları siyasi basiretsizlikler birbirleriyle kıyaslanamayacak denli farklı. Kurtuluş umutları da.
Lübnan’ın doğal kaynakları ve üretimi kısıtlı. Ekonomisi büyük oranda ithalata dayalı. Yurt dışındaki, sayıları ülkede yaşayanlardan fazla olan Lübnanlıların gönderdikleri paralar ile emlak fırsatları ve yüksek faizle cezbedilen yabancıların yatırımlarıyla, dışarıdan sürekli bir döviz girişi sayesinde hayat bulan bir ekonomi bu. Bu çarkı, yıllardır gittikçe artan borçlarını gittikçe yükselen faizlerle yeni borç alarak kapatıp döndürmeye çalışan, bu saadet zinciri ile bir avuç finansör ve politikacıyı semirten bir ülkeden bahsediyoruz. Böylece yıllardır ötelediği kaçınılmaz sonla nihayet geçtiğimiz Ekim ayında yüzleşen, o zamandan beri serbest düşüşle parası dolar karşısında yüzde yetmiş (1’e 1.500’den 1’e 10.000 civarına) değer kaybeden, enflasyonu ise yüzde dört yüzleri bulan bir ülkeden. Sermaye kontrolü sebebiyle insanların bankalarda kendilerine ait hesaplardan para çekemediği, havale yapamadığı bir ülkeden.
SABAHLARA KADAR PENCERELERDEN SİYASETÇİLERE KÜFREDİLEN ÜLKE BURASI
Lübnan’ın üretmek için hammaddesi, ithalat için doları yok. Geldiğimiz noktada, günde yirmi saat elektriğin kesildiği bir ülke burası. Toplu taşıması yok denecek kadar kıymetsiz, çok yavaş ve çok kesilen interneti çok pahalı bir ülke. Ekonomik krizin intihar ettirdiği, sinir patlamasına yol açıp pencereden sabaha kadar siyasetçilere küfrettirdiği insanların ülkesi. Ve bu ülkenin başkenti. Beyrut. Burada, otuz beş yıl önceki bir çatışmanın yerle bir ettiği bina enkazlarının yanı başında lüks bir rezidans yükselir; bir dairesi milyonlarca dolardır. Çöp tenekelerinden yiyecek arayan, bulduğunu anında yemeye çalışan insanların yanından Ferrarisi ile kayıtsız bir yeni-zengin geçer. Binerken kapısı elinizde kalacak sandığınız, hurdacıların almakta tereddüt edeceği bir taksi-dolmuşta şoför sizinle Fransızca konuşur. Sohbetin ortasında yanından geçtiğiniz alışveriş merkezinde, bilirsiniz ki, botokslu yüzleri parlayan erkekler ve kadınlar lüks bir mağazanın kıyafetlerini denemektedir. Dışarıda onları Suriyeli sığınmacı çocuklar bekler. Kiminin boyu en fazla birkaç karış, kiminin ayakları çıplaktır…
Taksiyi Beyrut’un şık bir semtinde ara sokaklara sokarsanız, muhtemelen rastlarsınız: kırmızı-beyaz şeritli, paslı güvenlik bariyerleri ile başlarındaki iki bezgin asker bir sokağı, bazen tüm bir mahalleyi trafiğe kapatmıştır. Anlarsınız ki buralarda bir yerde mühim bir Lübnanlı siyasi yaşar. Kesinlikle erkektir. Hükümetlere girip çıkan (kimisi hiç çıkmayan) bir düzine siyasi partinin liderlerinden. Çoğu eskinin savaş baronudur. Aldıkları canların hesabı yoktur. Ama onların canı herkesinkinden tatlıdır. Lübnanlılardan çaldıkları paranın da hesabı yoktur. Ama onların parası herkesinkinden değerlidir. Ve de güvendedir. Ya deniz kenarında bir rezidans tapusu ya yurt dışında bir bankada yüklü bir hesaptır onların parası. Lübnanlılar aylardır şahsi hesaplarından yüz dolar çekemez. Yasaktır. Onlar milyonlarca dolar kaçırır uçakla yurt dışına. Ekonomi iyi gider, zenginleşirler. Krize girer, yine zenginleşirler. Birbirlerine birkaç yıl ağır sözler söylerler. Sonraki birkaç yıl ittifak eder, gülümseyen pozlar verirler gazetecilere. Bilirsiniz ki bir rant kapısı açılmıştır, içinden ancak el ele geçebilecekleri. Ya bir altyapı işi ya uluslararası bir Ortadoğu siyasetinde figüranlık. Ranttan istedikleri payı alamazlarsa altyapı işi yaptırmazlar. Bu yüzden 2020 yılında hala saatlerce elektrik kesilir Lübnan’da. Hükümetteyken muhalefeti, muhalefetteyken hükümeti yerden yere vururlar. Kiminin sadakati Lübnan’dan ziyade başka ülkeleredir. Ama sedirli Lübnan bayrağını en çok onlar taşır. Basiretsizdirler. Liyakatsızdırlar. Sadece şunu söylerken haklıdırlar: “Lübnan’ın bütün siyasi partileri ve liderleri yolsuzluk ve rüşvete batmıştır.” Ona da öyle bir çekince koyarlar ki, doğru yalan olur: “Bizim parti ve ben hariç!” Şimdi bir an için sosyal medyanın komplo ifşacılarıyla ana akım medyanın her konunun uzmanı kanaat teknisyenlerine kulak verelim. Velev ki patlamanın arkasında İsrail olsun. Lübnan’ı iki defa işgal etmiş, binlerce Lübnanlıyı katletmiş, mahallelerini, köprülerini, fabrikalarını bombalamış İsrail. Yapar mı? Yapar. Diyelim ki yaptı. Öyle füzeyle, İHA ile filan vurmadı da, sürükleyici bir casus filmi misali, yangını çıkarıp yöneterek nitrat deposunu patlattı. Peki 2750 ton amonyum nitrat, geçmişte pek çok ülkede sadece bir tonuyla yüzlerce insanın öldüğü terör saldırıları düzenlenen amonyum nitratın 2750 tonu, neden Beyrut limanındaki güvenliksiz bir depoda altı sene boyunca bekler? Bu da mı İsrail’in komplosudur? Veya Suudi Arabistan’ın? ABD’nin? İran’ın?
Beyrut’ta yaşanan kahredici patlamaya yol açan 2750 ton amonyum nitratın iki gündür ortaya serilen hikayesi, aslında Lübnan siyasi ve bürokratik elitinin beceriksizliğinin, yozluğunun ve yolsuzluğunun hikayesi. Asgari bir zekaya sahip herkes gibi, Beyrut limanı yetkilileri de bu denli tahrip gücüne sahip bir maddenin böyle devasa bir miktarda, şehre bu kadar yakın bir yerde depolanmasının yarattığı riskin altı yıldır farkında. Limanın gümrük müdürü Bedri Daher, patlamadan sonra paylaştığı belgelerle, ilgili mahkemeye amonyum nitratın tahliyesi veya açık arttırmayla satılarak elden çıkarılması yönünde defalarca talepte bulunduğunu, ancak yanıt alamadığını açıkladı.
Mahkemenin sessizliği ve Daher’in daha üst makamları ve Lübnan kamuoyunu alarma geçirmiş olmaması yeteri kadar öfke uyandırıcı ancak hikaye burada bitmiyor. Yıllardır Beyrut limanındaki yolsuzluklar üzerine çalışan gazeteci Riad Kobeissi, Çarşamba günü El Cedid televizyonunda katıldığı canlı yayında Daher’in anlatısına dair hayati bir detayı paylaştı. Kobeissi’ye göre Daher gerçekten amonyum nitrat ile alakalı yazılar yazmıştı. Ama yanlış mahkemeye! Yazıları yazdığı mahkemeden aldığı, kendilerinin yetkili olmadığına dair cevaplara rağmen tekrar tekrar aynı mahkemeye! Peki ama neden? İşte muhtemelen hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğimiz hayati bir ayrıntı daha…
TÜM İHALEYİ HİZBULLAH’A YÜKLERSEK FARKIMIZ KALIR MI?
Meseleyi tek bir kişinin, daha önce ortaya çıkardığı liman yolsuzlukları sebebiyle Kobeissi’yi mahkemeye vermiş olan Bedri Daher’in omuzlarına yükleyip konuyu kapatmak mümkün değil. Bu kadar yüklü miktarda patlayıcı madde, dünyanın hiçbir yerinde liman gümrük müdürünün inisiyatifine bırakılmaz. Lübnan’da katiyen bırakılmaz. Lübnan’da, her şeyden önce, ülkenin can damarı Beyrut limanının gümrük müdürü, siyasi himaye görmeden o koltuğa asla oturamaz. Ve Lübnan’da kime sorsanız bilir, limanın kontrolünün malum partide olduğunu.
Peki, herkese kendi komplo fantezisini kendisinin kuracağı bolca gizem bırakarak aradan çekilen bir kestirmecilikle meseleyi burada kesip, tüm ihaleyi Hizbullah’a yüklersek yukarıda bahsettiğimiz “manidar olay eşleştirmecilerinden” ne farkımız kalır? Doğrudan veya dolaylı yolsuzlukları, iş birlikleri ve başka rant kapılarındaki çıkarlarını koruma adına patlamaya giden ihmaller zincirine kayıtsız kalmalarıyla diğerleri? Örneğin Hizbullah’ın başını çektiği 8 Mart bloğunun en büyük partisi Özgür Yurtsever Hareketi’nin lideri, bundan önceki kabinelerin, özellikle de enerji ve dış işleri bakanlıklarının gediklisi Cibran Basil? Veya 14 Mart adlı diğer bloğun lideri, bir önceki hükümetin başbakanı, Türk Telekom’u hortumlayan ailesi ülkemizde yakından tanınan Saad Hariri? Mezhepler ve sınıflar üstü bir nefreti üzerine çekmeyi başaran, otuz yıldır aralıksız meclis başkanlığı koltuğunu işgal etmekte olan Nebih Berri? Paramparça meclis aritmetiği sayesinde kıymete binen irili ufaklı pek çok başka parti ve onların liderleri? Her türlü rant ve yolsuzluk kaynağı üzerine partilerin birbirine girdiği Lübnan’da, 2750 ton amonyum nitratın, rantına kimin çökeceği konusunda yaşanan anlaşmazlık sonucu yıllardır elden çıkarılmamış olması, yabana atılacak bir spekülasyon mudur?
Tüm bu soruların cevabını, geçtiğimiz Ekim ayında başlayıp aslında hala devam etmekte olan ayaklanma sırasında Lübnan halkı verdi, veriyor.[1] Hem de sadece üç kelimelik bir sloganla: Hepsi hepsi demektir! (Kilon ya3ne kilon!) Mevcut siyasi parti ve liderlerin istisnasız hepsinin tasfiye edilmesi. Yeni bir Lübnan kurmak. Sil baştan. Mezhepçiliği değil laiklik ve liyakati esas alan bir Lübnan. Çaresizlikten yurt dışına göçen veya Lübnan’da hak ettiklerinden çok daha aşağı koşullarda yaşayan, iyi eğitimli, yetenekli ve vatansever yüz binlerce kadının ve erkeğinin kurulmasında rol alacağı yepyeni bir Lübnan…
Salı akşamüstü yaşanan patlama, saflık derecesinde iyimser bir bakışla bile beceriksizlik ve ihmalkarlıktan meydana geldi. Türkiye’de Soma benzeri pek çok örnekte olduğu gibi, Beyrut patlaması bir kaza değil. Düpedüz katliam. Lübnanlı siyasilerin, vatandaşlarının paraları ve geleceklerinden sonra canlarını ve evlerini de ellerinden aldığı bir katliam. Aynı 17 Ekim ayaklanmasından günler önce yaşanan ülke tarihinin en büyük orman yangınının, bir kaza denip geçilememesi gibi. Ancak on binlerce ağaç yok olduktan sonra ortaya çıkan, yıllar önce yurtdışındaki Lübnanlı bir zengince, böyle bir yangında kullanılmak üzere devlete hediye edilen iki yangın söndürme helikopterinin, gerekli bakımları yapılmamış olduğundan kaldırılamamasından bahsediyorum…
Gelgelelim, nasıl bizde 12 Eylül sadece asker değildiyse, burada da mesele sadece bir grup siyasetçi değil. İçeride onları ayakta tutan ve onlar tarafından ayakta tutulan yabana atılamayacak sayıda insan var. Beğenelim beğenmeyelim, ister açgözlü bir çıkarcılıktan olsun isterse bağnazlıktan, her toplumsal sınıftan insanlar. Dışarıda ise, bu siyasi partilerin her birinin bir ya da birden fazla hamisi var. Aralarındaki hesapları Lübnan üzerinden gören, ülkenin tam bağımsız, istikrarlı, laik ve demokratik bir mecraya girmesi işlerine gelmeyecek olan pek çok bölge ve dünya ülkesi.
SEKİZ KOLLU BİR AHTAPOT MİSALİ ÜLKEYİ SARMIŞ BİR KLEPTOKRASİ
Kısacası, sekiz kollu bir ahtapot misali ülkeyi sarmış bir kleptokrasiden bahsediyoruz. On yıllardır, tam da bu kleptokrasinin işine gelen bir sinizm sarmalında eylemsizleşen Lübnan halkı artık nefes alamıyor. COVID-19 pandemisinin ilk aylarındaki zorunlu ara dışında Ekim ayından beri devam eden halk ayaklanmasının Salı günkü patlamayla yeni ve güçlü bir ivme kazanacağını öngörebiliriz. Önümüzdeki haftalarda patlamanın dehşeti atlatıldıkça, Lübnan sokakları ve meydanları yeniden hareketlenecektir. Muhtemelen hiç olmadığı kadar korkusuz, hiç olmadığı kadar tavizsiz yüz binlerce insanla. Dış politika analizleri, büyük devletlerin hesapları, bölgeye dair önyargılar, en iyi ihtimalle bu önyargılara pek uymadığına dair ihtiyatlı övgüler (“Paris gibi bazı yerleri!” “Çok modern; yani ummazsın Ortadoğu’da böylesini!”) arasında seslerini duyurmaya çalışacak yüzbinlerce insan. Gittikçe radikalleşecek, talepleri aslında hiç de radikal olmayan yüz binlerce insan: her ne ekonomik ve siyasi sistemle olursa olsun işleyen bir devlet kurabilmek. Elektriği olan, çöpleri toplanan, toplu taşıması olan, zengin ve fakir arasındaki dehşetli uçurumla mücadele edebilecek siyasi zeminleri olan bir ülkede yaşayabilmek.
İşleri çok zor. Karşılarında sınır tanımaz bir güç hırsı, içlerinde kaşınacak çok fazla hassasiyet, çok fazla hafıza var. Rant ve siyasi güç için birbirlerini boğazlayan kleptokratların, iş beslenip semirdikleri sistemin alaşağı edilmesine gelince kardeş oluverdikleri bir ülke burası. Mezhepler üstü, laik bir Lübnanlılık ruhu ile meydanlara inen on binlerin üzerine “kara gömleklilerini” salan, din ve mezhebi en ahlaksızından sömürüp meydanları bölmeye çalışan kleptokratlar. En acısı, tüm bunları kontrol ettikleri mezhebin en alt sınıflarından, önce kendilerine mahkum kılıp sonra istedikleri gibi kullandıkları kimi insanlara yaptıran kleptokratlar. Köşeye en sıkıştıkları anda kontrollü provokasyonlarla iç savaş çıkararak fabrika ayarlarına dönmekte tereddüt etmeyecek eskinin savaş baronları şimdinin siyasetçileri. Ve onların sponsorları; Suudi Arabistan, İran, Suriye, ABD, Fransa ve diğerleri. Elbette İsrail.
İşleri çok zor ama asla umutsuz değil. Belki kısa vadede hayallerindeki Lübnan’ı kuramayacaklar. Belki mevcut ekonomik kriz daha da derinleşecek ve acıları katlanarak büyüyecek. Belki her köşe başında arsız bir gülümsemeyle kendilerine bakan bir kleptokrat posteri görmeye devam edecekler daha bir süre. Ama eninde sonunda bu posterler inecek. Bu düzen değişecek. Lübnanlılar, havalimanı pistinde tahta tekerlekleriyle giden bir kağnı misali çağdışı kalmış bu mezhepçi düzenden kurtulacaklar.
Naif, hatta neredeyse romantik ve slogansı bulduğunuzdan emin olduğum bu sözleri bana söyleten, Lübnanlı gençler. Dünyayı başlarındaki siyasilerden daha iyi tanıyan, iyi eğitimli, bütün sorunlarına rağmen vatanlarına derinden bağlı Lübnanlı gençler. Kleptokratların iletişim kuramadığı, ülkeyi terk edip dışarıdan döviz göndermelerini umdukları, mezhepçi manipülasyonlara karnı tok Lübnanlı gençler. An itibariyle sayısız inisiyatif oluşturup ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmakta, sokakları temizlemekte, uzun vadede neler yapabileceklerini tartışmakta olan gençler. Beraber çalıştıkları sivil toplum örgütleriyle beraber ortak bir deklarasyon yayınlayıp, uluslararası bağışçılara Lübnan devletine kesinlikle bağış yapmamaları, ya kendilerini ya da Birleşmiş Milletler çatısı altında bir kurumu seçmeleri çağrısı yapan gençler. İki senedir yüzlercesini tanıdığım, eğitmenleri olmaktan onur duyduğum ve kendilerinden çok şey öğrendiğim öğrencilerim. Üniversite dışında tanıştıklarım. Bu başka bir devrin insanları eninde sonunda başka bir devlet kuracaklar.
Peki ya kısa vadede ne olacak? Lübnan’da elektrik yok. Liman yok. Hastaneler artık daha az. On binlerce insanın evi yok artık. İnşaat malzemesi ithal edecek döviz yok Lübnan’da. Lübnanlılar şimdi ne yapacak? Ya yaklaşık altı milyon nüfuslu ülkedeki bir milyon Suriyeli sığınmacı? Yüzbinlerce Filistinli mülteci? On binlerce Afrikalı ve Doğu Asyalı yabancı işçi?
Patlamanın olduğu akşam ulaştığım Lübnanlılardan biri Alex. Ev sahibim. Yaşadığım apart oteli, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden 1960ların sonlarında mezun olduktan kısa süre sonra inşa edip, o zamandan beri işleten, nazik, gülümsemesi insanın içini ısıtan bir adam. Sohbetlerimizden birinde, 1975-1990 arasındaki iç savaş sırasında sekiz katlı binanın tüm camlarını tam sekiz kere yenilemek zorunda kaldığını söylemişti. Şimdi, patlama akşamı ulaştığım Lübnanlıların en sakini Alex. “Binanın tüm camları kırıldı,” diyor. “Ama bu sefer bütün Beyrut’taki diğer tüm camlarla beraber…” Yetmişlerindeki Alex sakin. Çünkü biliyor ki, her zaman daha kötüsü olabilir…
[1] 30 Ekim 2019’da BirGün’de yayınlanan “Lübnan’da Mezhepçiliğin Sonbaharı” başlıklı yazımda ayaklanma üzerine geniş bir değerlendirme yapmıştım.
Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2019 sayısında ise “Lübnan’da Halk Ayaklanması ve Mezhepçiliğin Modernliği” başlığıyla, ayaklanmayı tarihsel arka planı üzerinden inceleyen bir yazı yayınlamıştım.