Home / KONUK YAZAR / COVID-19: Olguların kırılganlığı

COVID-19: Olguların kırılganlığı

Mahir ULUTAŞ …12.04.2020

Sistem, COVID-19 salgınına hâlihazırda bir ekonomik kriz eğilimindeyken yakalandı ve pek çok ülke gördüğümüz üzere, “ekonominin çarklarının dönmesinin” insan yaşamından daha önemli olduğunu gösterir bir şekilde sürü bağışıklığı politikasını, her zaman neoliberal kapitalizmin merkezinde yer alan ve kritik anlarda egemenlerin sınıfsal çıkarlarını garanti altına alacak otoriter önlemler almaktan çekinmeyen ulus-devletler aracılığıyla uygulamaya devam etmektedir

Her geçen gün boyutları büyüyen koronavirüs (COVID-19) salgını doğal olarak neredeyse tek gündem haline geldi. Bu büyük kriz içinde çoğumuz bir yandan çalışmak zorunda olup gün geçtikçe zorlaşan bir şekilde kendimizi ve sevdiklerimizi korumaya çalışırken, diğer yandan bu “olayın” sebep ve sonuçlarını anlamak, bundan sonra olabileceklere dair fikir oluşturmak için gelişmeleri takip etmeye çalışıyoruz.

 

Bu yazıda da öncelikle dikkate değer analizlerde öne çıkan temel noktaları özetleyip ardından virüsün açığa çıkardığı bazı gerçeklerin altını çizmeye çalışacağım.

 

Pandeminin, Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan “resmi” açıklamasının ötesinde gerçek nedenlerine baktığımızda “endüstriyel tarım ve hayvancılığın” merkezi rolü kendini gösteriyor.

 

Sosyalist biyolog ve 2016 yılında yazdığı “Big Farms Make Big Flu” (Büyük Çiftlikler Büyük Grip Yaratır – Monthly Review Press) isimli kitabı ile endüstriyel tarımın bulaşıcı hastalıklar üzerine rolünü net bir şekilde ortaya koymuş olan Rob Wallace, pandemi sonrasında yapılan bir söyleşide[1] ve ortak yazılan bir makalede[2] konunun bu boyutunu tartışmaya yer olmayacak şekilde özetliyor. Wallace’a göre virüslerin artışı gıda üretimi ve çokuluslu şirketlerin karlılığı ile doğrudan bağlantılı ve “sermayeden bağımsız patojen yok”.[3]

 

Wallace’dan alıntı ile;

“Endüstriyel üretim (domuz, kümes hayvanları ve benzerleri) balta girmemiş ormanlara doğru genişledikçe, yabani gıda işleticilerine kaynak popülasyonları için ormanda daha fazla tarama yapmaları konusunda baskı yapıyor, COVID-19 dahil olmak üzere yeni patojenlerle arabağlarını ve onların yayılmasını arttırıyor.

“Evcil hayvanların genetik olarak mono-kültür yetiştirilmesi, bulaşmayı yavaşlatmak için mevcut olan her türlü bağışıklık emniyet şeridini ortadan kaldırır. Daha büyük popülasyon büyüklükleri ve yoğunlukları, daha yüksek bulaşma oranlarına olanak sağlar. Bu tür kalabalık koşullar bağışıklık tepkisini düşürür. Her endüstriyel üretimin bir parçası olan yüksek ürün hacmi, virülansın evriminin yakıtı olarak, hastalığa duyarlı canlıların sürekli yenilenen bir arzını sağlar.”[4]

 

Wallace vd. “COVID-19 ve sermaye devreleri” makalesinde konunun bu boyutuna dair çok daha detaylı ve çarpıcı bir analiz yapıyorlar:

 

“Vahşi gıda pazarını tipik oryantalizm ile tanımlamanın ötesinde, en açık sorulara dair çok az çaba harcanmıştır. Egzotik gıda pazarı, Wuhan’ın en büyük pazarlarında daha geleneksel ürünlerle birlikte satılabileceği bir duruma nasıl geldi? Hayvanlar bir kamyonun arkasında ya da bir dar yolda satılmıyordu. Gerekli izinleri ve ödemeleri (ve eşlik eden kuralsızlaşmayı) düşünün. Balıkçılığın ötesinde, dünya çapında vahşi gıda artan oranda, endüstriyel üretimi destekleyen aynı güçler tarafından sermayeleştirilmiş resmi bir sektör  haline gelmiştir…. (Salgının-MU) patlak verdiği alanlara odaklanmak epidemiyolojileri şekillendiren küresel aktörlerle ilişkileri göz ardı etmektedir… İlişkisel coğrafyaları işlemek, tam tersi olarak, aniden New York, Londra ve Hong Kong gibi global sermaye merkezlerini, en kötü üç sıcak bölge haline dönüştürür.”

 

Özetle Wallace vd. küresel sermaye çevrimlerinin, sermayenin monokültür üretim vasıtasıyla bölgesel çevre kompleksitesini yıkıma uğratmak suretiyle virülant patojen popülasyonunun artışını sürdürmeye yol açmasının, belli bölgelerde endemik virüslerin çevre-kentlerin (periurban) bu bölgelere doğru genişlemesini koşullayan sosyo-ekonomik şartların zorlamasıyla evcil hayvanlar ve insanlarla doğrudan temas edebilecek duruma gelmesinin, ekosistemlerin gerçek zamanlı bir koruma sağlayan doğal seçilim “servislerinin” ortadan kaldırılmasının hesaba katıldığı bir neoliberal salgın hastalık teorisi öneriyorlar.

 

Ve vurguları çok net: “Ticari tarım, halk sağlığı ile savaş halinde ve halk sağlığı kaybetmekte”.

 

Pandeminin gösterdiği bir diğer gerçek ise sağlıkta özelleştirme politikalarının halk sağlığı alanında yaratmış olduğu tahribat oldu. Konunun her gün yaşamlarımızda tecrübe ettiğimiz bu boyutuna dair pek çok yazı kaleme alındı. Sadece ikisine referans vermenin yeterli olacağını düşünüyorum.

 

Salgın hastalıklar ve kentleşme üzerine pek çok eseri olan Marksist yazar Mike Davis, Türkçeye de çevrilmiş olan kuş gribi üzerine kaleme almış olduğu “Kapımızdaki Canavar” kitabından bu yana salgın hastalıkların sebebini endüstriyel tarım ve ekolojik tahribatla bağlantılı olarak açıklayan ve küresel ilaç şirketlerinin halk sağlığını hiçe sayan uygulamalarını deşifre eden pek çok yazı ve söyleşiye imza atmış bir kişi olarak koronavirüs salgınından sonra yazmış olduğu bir yazıda konunun bu boyutunu doyurucu bir şekilde özetliyor:

 

“Örneğin 2018 grip mevsiminde ülke çapında hastanelerin yaşadıkları bunalım, (malzemenin anlık teminine dayalı stoklama sisteminin sağlık alanındaki versiyonu olan) yatılı tedavi kapasitesinde yirmi senedir yapılan kâr amaçlı kesintiler neticesinde hastane yataklarının şok edici kıtlığını gözler önüne serdi. Benzer biçimde, piyasa mantığının zorlamasıyla özel kurumlara ve hayır kurumlarına bağlı hastanelerin kapanmaları ve bakımevi kıtlıkları, yoksul semtlerinde ve kırsal alanlarda sağlık hizmetlerini harap etti ve tüm yükü bütçeleri yetersiz kamu hastanelerinin ve asker emeklilerine ve gazilere hizmet veren hastanelerin üzerine yıktı. Bu kurumların acil servis birimleri zaten mevsimsel enfeksiyonlarla baş edemiyorlar; kritik vakaların yaratacağı aşırı yükle nasıl başa çıkacaklar?”[5]

 

Costas Lapavitsas’ın “Kriz, neoliberalizmin absürtlüğünü açığa çıkardı; bu onu yıkacağı anlamına gelmez” başlıklı yazısının giriş kısmında da aynı vurgular yer alıyor:

 

“Temelleri -güçlü bir devlet tarafından garanti altına alınmış- rekabet ve çıplak kâr arayışı olan bir ekonomik sistem bilinmeyen ciddiyette bir halk sağlığı şokuyla sakince ve etkili bir şekilde baş etmek konusundaki yetersizliğini ispat etti.

 

Pek çok gelişmiş ülke, ciddi bir şekilde hastalanmış kişileri tedavi edecek temel sağlık altyapısı ve hastalığı kapması muhtemel nüfusu geniş bir ölçekte test edecek ve koruyacak ekipman sıkıntısı çekti. Dahası toplumun geniş kesimlerinin izolasyonu ve tecriti ise ücretli çalışanlar, en yoksullar, en zayıflar ve marjinal katmanlar için ciddi sonuçlar doğurma eğiliminde. Zihinsel ve psikolojik yansımaları yıkıcı olacak. Aktüel kapitalizmin sosyal organizasyonunun mühendislik bakış açısıyla dahi  işlevsiz olduğu görüldü.”[6]

 

Pandemi aracılığıyla görünen bir diğer nokta ise sınıflar arası ve sınıf-içi bölünmenin düzeyi oldu hiç kuşkusuz. Sınıflar arası bölünmenin ulaşmış olduğu korkunç boyutun şaşırtıcı bir yanı yok, ancak sınıf içi bölünme üzerinde düşünmek siyasal açıdan ön açıcı olabilir.

 

Bölünmenin bir ekseni evden çalışabilir olma durumuna göre tanımlanabilir. İşçi sınıfının ve emekçilerin bir kısmı bu süreçte evinden çalışabilir durumda. Okulların kapatılması ve bir süredir aslında çokça konuşulmakta olan online eğitim araçlarının yaygınlaşmasıyla eğitim emekçileri, özellikle Hindistan vb. ülkeleri üs olarak belirlemek suretiyle uluslararası şirketler tarafından bir süredir merkezileştirilmekte olan muhasebe ve finans çalışanları, pazarlama ve satın alma alanında çalışan beyaz yakalılar bu kategoriye verilebilecek örnekler arasında. Fabrika işçileri, mevsimsel tarım işçileri, perakende alanında çalışan emekçiler, ulaşım, enerji, kanalizasyon, temiz su, telekomünikasyon vb. temel altyapı hizmetlerinde çalışan emekçiler ve tabii sağlık hizmeti çalışanları kâh sermayenin kâr hırsı, kâh zorunluluktan kaynaklı evden çalışma olanağı olmayanlar.

 

Bu ayrım üzerinde biraz durmak lazım. Öncelikle evden çalışabiliyor durumda olmak pandemi döneminde bir avantaj olsa da diğer yandan işlerin dijitalize edilebileceği ve güvencesizleşebileceği anlamına gelmekte. Diğer yandan bu ayrım bize sınıf katmanlarının göreli gücüne dair önemli bir veri sunmakta. Sınıfın hangi kesiminin maddi yaşamın yeniden üretimi konusunda daha merkezi konumda olduğunun ve örneğin bir genel grev anında sınıfın hangi katmanlarının sermayenin merkezi devrelerini sıkıntıya uğratabileceğinin de göstergesi.

 

Konunun üzerinde çok konuşulmayan bir diğer noktası ise, sınıfsal ve sınıf-içi ayrımların aslında tüm dünya sathında yayılmış olduğu gerçeği, yani emperyalizm. Her ne kadar neoliberal devlet, merkez ülkelerde de sağlığın özelleşmesi politikalarıyla emekçi sınıfları ölümle iç içe bir yaşama zorluyorsa da, sınıf hegemonyasının tehlikeye girdiği noktalarda bu konularda taviz verebilir durumda. Oysa sömürge ülkelerin çoğunda bu imkânlar hiç yok. Bu konuya değinen yazısında Adam Hanieh can alıcı noktalara parmak basıyor:

 

“Her ne kadar haklı olarak Batı ülkelerinde Yoğun Bakım Üniteleri (YBÜ), ventilatörler ve eğitimli sağlık personeli eksikliğini vurguluyorsak da, dünyanın geri kalanında durumun ölçülemez derecede daha kötü olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Örneğin Malavi 17 milyon kişilik nüfusa, 25 YBÜ’ye sahip. Doğu Asya’da 100.000 kişiye ortalama 2,8’den daha az acil yatağı düşüyor, bu sayı Bangladeş’te 157 milyon kişi için 1100 (0,7 yatak/100.000 kişi). Karşılaştırmak gerekirse, şok edici fotoğrafların geldiği İtalya’da ileri düzeyde bir tıbbi bakım sistemi ile birlikte bu oran 12,5 YBÜ/100.000 kişi (ve daha fazlasını çevrimiçi olarak getirme yeteneği de var).

 

“Hiç kuşkusuz YBÜ ve hastane kapasitesi sorunu, temel ihtiyaçlara (örneğin temiz su, gıda ve elektrik) ve yeterli temel sağlık hizmetlerine yaygın erişim eksikliği ve diğer genel sağlık sorunlarının (yüksek HIV ve tüberküloz oranları gibi) varlığı gibi daha genel sorunlarının bir parçası. Tümünü ele aldığımızda, tüm bu faktörler daha fakir ülkelerde COVID-19 sebebiyle kritik seviyede hastaların hiç şüphesiz çok yüksek yaygınlığı (ve sonuç olarak ölümü)anlamına gelecektir.”[7]

 

Konuşulması gereken bir diğer nokta ise egemen halk sağlığı paradigmasının iflası. Bu konuda büyük Marksist biyolog Richard Levins’in 2010 yılında yazmış olduğu ve salgın sonrası tekrar gündeme gelen ders mahiyetindeki “Kapitalizm bir hastalık mıdır?” başlıklı yazısının ilgili kısımlarını, dilim döndüğünce aktarmak istiyorum:

 

“1970’lerde, bulaşıcı hastalıkların bir araştırma alanı olarak ölmekte olduğunu işitmek çok yaygındı. Prensipte, enfeksiyon konusu halledilmişti, geleceğin sağlık problemleri dejeneratif hastalıklar, yaşlanma problemleri ve kronik hastalıklar olacaktı. Bugün bunun devasa bir hata olduğunu biliyoruz. Halk sağlığı kurumları kısa sürede sıtmanın, koleranın, tüberkülozun, hummanın ve diğer klasik hastalıkların dönüşüne şahit oldu. Ama aynı zamanda açıkça yeni olan yeni bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışı ile şaşkınlık geçirdi: en büyük tehdit olarak AIDS, fakat aynı zamanda Lejyonella, Ebola, toksik şok sendromu, çoklu ilaç dirençli tüberküloz ve daha pek çoğu. Sadece bulaşıcı hastalıklar devam etmiyor, fakat eski hastalıklar da artmış virülansla geri dönüyor ve yepyeni olanlar beliriveriyordu.

 

Bu nasıl olmuştu; halk sağlığı neden hazırlıksız yakalanmıştı? Halk sağlığı uzmanları neden salgın hastalıkların yok olacağını varsaymışlar ve neden bu kadar yanılmışlardı? Aslında, salgının

hastalıklar Avrupa ve Kuzey Amerika’da son 150 yıldır dramatik olarak düşüşteydi. En kolay varsayımlardan biri şeylerin olduğu şekilde olmaya devam edeceğidir. Sağlık profesyonelleri salgın hastalıkların onlarla baş edecek yeni teknolojiler icat etmekte olduğumuz için yok olacağını öne sürüyorlardı. Şimdi bir insanı iki gün içinde öldürebilecek hastalıkları laboratuvarda tedavi etmek için yeterli zaman bulabilecek hızda teşhis edebilirdik. Haftalarca bakteri kültürü üretmek için harcayacağımıza, benzer semptomları olan patojenleri ayırt etmek için DNA’yı kullanabilirdik. Daha önemlisi yeni anti-mikrobiyal silahlar cephaneliğimiz, ilaçlar ve aşıların yanında hastalık taşıyıcısı sinekler ve kenelerden kurtulacak zehirlerimiz vardı. Zamanla idrak ettik ki, mutasyon ve doğal seçilimle, mikro-organizmalar tekrar eden tehditler olmayı sürdürebilirler. Biz ne gibi mikrobiyal değişiklikler olursa olsun, karşıtı daimi silahlar ürettikçe hastalık-yapıcı mekanizmaların aynı kalacağını varsaymıştık.(6)

 

“Peki epidemiyolojik varsayımlarımızda yanlış olan neydi? Şunu idrak etmeliyiz ki, tıp ve bağlantılı bilimlerdeki tarihsel zihniyet tehlikeli seviyede -ve ideolojik olarak- yanlıştı. Hemen hemen kamu sağlığı varsayımları ile bağlantılı olan herkes coğrafi ve zamansal olarak çok dar bir bakışa sahipti. Tipik olarak tüm insanlık tarihine bakmak yerine bir ya da birkaç asra bakmışlardı. Eğer daha geniş bir zaman penceresinden baksalardı,   sosyal ilişkilerde, nüfusta, tüketilen gıda çeşitlerinde ve kullanılan toprakta büyük çaplı değişikliklerin olduğu durumlarda hastalıkların gelip gittiğini fark edebilirlerdi. Doğa ile ilişkimizi değiştirdiğimizde, aynı zamanda epidemiyolojimizi ve enfeksiyon ihtimalini de değiştiririz.”[8]

 

Levins tarihi öneme sahip yazısında geçmişten örnekler vererek, doğa ile insan ilişkisinin temelden her değişiminde salgın hastalıklar ile ilişkimizin de değiştiğini gösteriyor. Levins’e göre dar-çerçeveli bir bakışın diğer önemli belirtileri hekimlerin sadece insan hastalıklarına yoğunlaşması, vahşi ya da evcil hayvanlarda hatta bitkilerde yaşanan salgınlar konusunda sistemli bir bakışın olmamasıdır.

 

Bilimsel olarak kısıtlı bakışın temeline indiğimizde Levins’e göre, Batı’nın bilimsel paradigmasına egemen olan, problemleri en küçük yapı taşlarına indirgeyip, verili anda sadece tek birini değiştirme yoluyla çözüme gitmeyi anlayan indirgemeciliği görürüz.

 

Ona göre tipik hata olguların karmaşıklığını reddetmektir. Konvansiyonel halk sağlığı, dünya tarihine, diğer türlere, evrime, ekolojiye ve son olarak toplumsal sınıflara bakmakta başarısız olmuştur. Oysa ki, fakirlerin ve ezilmişlerin neredeyse her türlü sağlık problemlerine karşı daha savunmasız olduğunu söyleyen gittikçe genişleyen bir külliyat vardır. Örneğin kalp-damar hastalıklarının tahmininde, sınıfsal pozisyon kolesterol ölçümünden daha iyi bir belirteçtir.

 

Bir semptom olarak virüs

Salgın çoğumuza daha önce bilmediğimiz bir kavram hediye etti: Sürü bağışıklığı. Temel fikir şu: Enfekte olan ve iyileşen insanlar virüse karşı bağışıklık kazanırlar. Dolayısıyla bir nüfusun çoğunluğu virüse karşı bağışıklık kazanırsa, salgın devam edemeyecek duruma gelir. Nüfusu belli bir virüse karşı bağışık kılmanın konvansiyonel yolu hiç kuşkusuz yaygın aşılama. Ancak aşının henüz bulunamadığı koşullarda, ama açıktan ama gizlice, pek çok ülkede halkın büyük çoğunluğunu virüse maruz bırakarak sürü bağışıklığını sağlama siyasetinin uygulanmakta olduğunu görüyoruz.

 

Öncelikle bilimsel olarak açık olan bir noktayı vurgulayarak başlayalım; bu tezin geçerliliği yok. Yeni tip koronavirüse maruz kalmanın ne düzeyde ve hangi süre boyunca bağışıklık sağlayacağı bilinmiyor, RNA bazlı bir virüs olarak koronavirüsler aynen grip gibi hızlı bir şekilde mutasyona uğruyorlar ve bu nedenle maruz kalmanın tam bağışıklık kazandıracağı düşüncesi temelsiz.

 

Hızlı bir şekilde virüs hakkında bilgi sahibi olmaya başlasak da halen tamamen tanımadığımız bir virüse karşı sürü bağışıklığını önermek milyonlarca insanın ölmesi demek, o nedenle de hiçbir politikacı artık bunu açıktan öneremiyor. Ama pek çok ülkede, virüsün yayılmasını kontrol altına alabilecek tam karantina, zorunlu hizmetler dışında tüm ekonomik faaliyetlerin belli bir süre durdurulması gibi hıfzıssıhha önlemleri, ekonomik gerekçelerle alınmıyor. Toplumun geniş kesimleri, hekimler ve siyasal muhalifler dahil hemen herkes ise tam karantina talep ediyor.

 

Peki bu durumu nasıl yorumlamalıyız?

 

Fabio Vighi’nin 24 Mart 2020 tarihli “Semptom olarak COVID-19: Bir virüsün üretimi üzerine notlar” başlıklı yazısı bu soruyu cevaplayabilmek için iyi bir çerçeve sunuyor. Vighi, virüsü halihazırda var olan eğilimlerin altını çizen bir semptom olarak ele almayı öneriyor:

 

“O yüzden COVID-19’u bir süredir semptomatik olarak etki etmekte olan olaylarla yakın bir soy ilişkisi içine yerleştirmek gerekiyor: Ekolojik krizden, küresel politikanın inatçı bir şekilde reddettiği insani aciliyetlere ve çağdaş kapitalizmin en son  2007-2008 konut balonunun patlaması sonucu yaşanan ‘büyük resesyonla’ açığa çıkan ve bugün artık elde olmayan büyük kamu kaynaklarının enjeksiyonu ile kısmi olarak sönümlenebilen değerlenme krizine kadar.”[9]

 

Buradan devam edelim.

 

Costas Lapavitsas, yukarıda alıntıladığım yazısının büyük bölümünü günümüz kapitalizminin yaşamakta olduğu değerlenme krizinin analizine ayırıyor. Lapavitsas yazısında Çin’de başlayan salgının dalga dalga dünyanın geri kalanında büyük bir üretim düşüşü, talep daralması ve şirket gelirlerinde gittikçe büyüyen hasarlara yol açtığını ve bir iflas dalgasının gelmekte olduğunu, dahası şirket borçlarının krize finans ve bankacılık sektörlerinde büyük bir daralma boyutu eklediğini vurguladıktan sonra 2007-2009 krizi ile karşılaştırıyor. Yapmış olduğu analizin grafiklerle desteklenmiş detaylarına girmeyeceğim ancak Lapavitsas yazısında, 1980’lerden bu yana kapitalist sistemin yaşamakta olduğu zayıf kârlılık, büyüme ve üretkenlik krizinin, 2007-2009 krizine müdahale amacıyla şahit olduğumuz büyük çaplı şirket kurtarma paketlerine rağmen 2014’ten itibaren tekrar etmekte olduğunu ortaya koyuyor.

 

Sistem, COVID-19 salgınına hâlihazırda bir ekonomik kriz eğilimindeyken yakalandı ve pek çok ülke gördüğümüz üzere, “ekonominin çarklarının dönmesinin” insan yaşamından daha önemli olduğunu gösterir bir şekilde sürü bağışıklığı politikasını, her zaman neoliberal kapitalizmin merkezinde yer alan ve kritik anlarda egemenlerin sınıfsal çıkarlarını garanti altına alacak otoriter önlemler almaktan çekinmeyen ulus-devletler aracılığıyla uygulamaya devam etmektedir.

 

Virüsün açığa çıkardığı birinci gerçek budur; Isabel Frey’in özlü bir şekilde ifadesi ile sürü bağışıklığı epidemiyolojik neoliberalizmdir ve emekçi sınıflara karşı biyolojik bir savaş yürütülmektedir.[10]

 

 

Giorgio Agamben, koronavirüs salgını sonrası kaleme aldığı ve çokça eleştirilen bir dizi yazıda[11] artık alâmet-i fârikası olan “istisna hali” kavramı üzerinden hükümetlerin salgını kontrol için talep ettiği (ve dahası toplum tarafından da onay gören ve hatta istenen) insanların ve bölgelerin tecrit edilmesi, toplumsal hayatın ve her türlü toplu bir araya gelişlerin yasaklanması, enfekte olması muhtemel insanların fiziksel ve tıbbi takibi sonucu “büyük veri” oluşumu gibi tedbirlerin, “gerçek bir militerleşme hali yarat”tığını ve “acil sağlık durumundan sonra bile hükümetlerin daha önce gerçekleştiremediği deneylerin devam etmesi için girişimlerde bulunulması”nın muhtemel olduğunu söylüyor.

 

İlk yazısındaki[12] COVID-19 salgınını küçümseyen ve imal edilmiş olduğunu ima eden “talihsiz” vurgusu bir yana bırakılırsa -ki aslında bu vurgunun kendisi de argümanın kısıtlılığını ele veren bir gösterge- Agamben aslında doğru söylüyor (gerçekten de devletler, iktidarlar kriz anlarında toplum tarafından rıza gösterilen “olağanüstü” uygulamaları zamanla olağanlaştırıp kural haline getirmek konusunda “parlak” bir sicile sahipler) ancak söyledikleri pratikte hiçbir işe yaramıyor.

 

Öyleyse bu çelişki üzerine düşünmek virüsün açığa çıkardığı ikinci gerçeği kristalize etmek konusunda faydalı olabilir.

 

Agamben’in argümanı bir dizi eleştiriye muhatap oldu. Bu eleştiriler arasında öne çıkan yazısında Anastasia Berg[13], Agamben’in salgın nedeniyle ödediğimiz bedelin fazlasıyla yüksek olduğu konusundaki kaygısının haklı olduğu ve salgına verilecek yanıtın hem birey hem de bir bütün olarak toplumdan büyük fedakarlıklar talep ettiğini teslim etmekle birlikte, bu fedakarlığı akrabalarımız ve dostlarımızı umursadığımız için yaptığımızı, bunun savunmasızları koruma ve temelde bir dayanışma biçimi olduğunu söylüyor. Berg, yazıyı güçlü bir vurgu ile bitiriyor:

 

“Filozof çevresine baktığında, ‘çıplak hayat’ için verilen savaştan başka bir şey görmemekte midir? Eğer öyleyse, Agamben’in ‘açıklaması’, amaçlamadığı bir biçimde çözümleyici olabilir. Bunu, modası geçmiş jargonun, sığ ahlaki dogmaya karşı cesur bir direniş biçimi olarak allayıp pullanması olan ‘çıplak teorinin’ çok net bir örneği olarak düşünebiliriz. Bazen, kişinin etrafına bakana kadar, teorik mekanizmalarını kullanmaktan uzak durması tavsiye edilebilir. Bugün nasıl yaşayacağımıza yönelik bir bilgeliğin peşindeysek eğer, başka yerlere bakmamız gerekir.”[14]

 

Jean-Luc Nancy ise cevaben yazdığı yazıda[15] ortada bir “viral istisna” olduğunu ve söz konusu olanın uygarlığın tamamı olduğunu not ediyor.

 

O zaman bu viral istisnaya neyin yol açtığını ve “başka nerelere bakmamız gerek”tiği üzerine biraz daha detaylı düşünelim.

 

Bu noktada Mihnea Tanasescu’nun kendi kişisel blog’unda[16] dört parça halinde yayımlamış olduğu ve ilk kısmı Türkçe’ye çevrilmiş olan[17] “Viral Politik Ekoloji” isimli dikkat çekici dizi-yazıdaki değerlendirme öne açıcı olabilir.

 

Tanasescu, dizinin ilk yazısında üç temel konuda tespitte bulunuyor: “İnsanın mikroskobik yaşamla ilişkisi, büyük ölçüde modası geçmiş doğa kavramımız ve bizzat insan yaşamının değeri”.*

 

Yazıdan vurgulamak istediğim noktayı açığa çıkaran iki alıntı ile ilerleyelim:

 

“Dikkat çeken ilk şey, en azından genellikle dikkatlerden kaçan tabiatını ortaya çıkarmak açısından, toplumsal organizasyon ile mikroskobik yaşam arasındaki ilişkidir. Modern yaşam, birçok kişiye toplumların kendi mikroskobik ortamlarından temelden ayrı olduğu düşüncesini kanıksatmıştır. Yeni bir virüsün ortaya çıkışı bu varsayımın yanlış olduğunu gösteriyor. Memeliler ailesinin parçası olarak insan hayvanlar olmaktan hiçbir zaman çıkmadık ve virüs açısından bir yarasa kolonisiyle bir insan şehri arasında hiçbir fark yok. Hayvan doğalarımızdan uzaklaşan modernite aslında insan toplumlarını viral yaşam için çok çok daha davetkâr yerler haline getirdi. Daha önce ne bu kadar çok evcil hayvanla bir arada yaşamıştık ne de bu kadar çok vahşi hayvanı öldürmüş ve tüketmiştik: bu tür ilişkiler mikroskobik yaşamın doğal laboratuvarında mükemmel açılımlardır. Seyahatin ve ticaretin artışı büyük ölçüde virüslerin lehinedir.

 

Demek ki, batılılaşmış toplumlar (tarihin bu noktasında neredeyse her toplum) bu yeryüzü çorbası ile bağlarını çoğaltırken, kendilerini dinamik bir yeryüzünün karmaşık yaşamından gitgide daha fazla uzaklaşmış bir halde tahayyül ettiler. Küresel sermayenin her genişlemesi, icat edilen her yeni ürün, dünyanın çevresinde bilmem kaç kez gönderilen her paket, öncesinde birbirinden ayrı olan yaşam biçimleri arasında her defasında yeni bir bağlantı kurar. Yeni bağlantıları böylece keserek makroskopik yaşamın geniş alanlarını yok etmeye devam ettikçe, mikroskopik yaşamın gelişmesi için de yeni koşullar yaratıyoruz.

 

“Doğal dünya karşısındaki cehaletimiz çok büyük, ayrıca bildiklerimiz psikolojik rahatlık veren düzen ve denge örüntülerine kolayca uyuyor. Ancak doğal dünya dediğimiz şey dinamizmin ve değişimin prototipidir. Evrimsel tarih boyunca, yok oluş ve yeni yaşam biçimlerinin yaratılması kural olagelmiştir. Bunu söylemek tehlikeye attığımız mevcut yaşam biçimlerine karşı sorumluluğumuzu asla azaltmaz. Aksine, bu “doğal sistemin”, kuşkusuz dinamik olsa da, bir anlamda, bir tür denge halinde olduğu ve bunun insan yaşamına faydalı olduğu fikrini sorgulamaktır. Bu, aynı zamanda, doğanın pasif, sadece madde olduğu fikrini de sorgulamaktır.”[18]

 

Öyleyse virüsün açığa çıkardığı ikinci gerçek budur; modern kapitalist toplum, sermaye makinesi kendisinin mikrobiyal dünyadan ve temel biyolojik gerçeklerden kökten ayrı olduğu yanılsaması ve doğayı tek yanlı pasif bir madde olarak algılama körlüğü ile maluldür.

 

Maddesel dünyanın “sert çekirdeği” ile her karşılaşmada bu makinenin teklemesi zorunludur. Dahası eleştirel düşünce de bu kompleks bütünlüğü hesaba katan bir eksenden siyaset yapmadığı oranda, Agamben’in “hiçbir şeye yaramayan doğrularının” yaşadığı kısırlığı yeniden üretmek zorunda kalacaktır.

 

Olguların kırılganlığı**

İnsanlık farklı öz-örgütlenme düzeneklerine ve farklı hızlara/non-lineer dinamiklere sahip, birbiriyle etkileşim içindeki jeolojik, biyo-kimyasal, ekolojik ve dilsel-kültürel “güç alanlarından” oluşan bir kozmos sistemi ile iç içe geçmiş haldedir. Bazı dönemlerde etkileşim halindeki bu güç alanları birbirine sürtünür ve sürekliliği sekteye uğratacak “olay”lar meydana gelir. Depremler, ekolojik krizler, türlerin yok olması, salgın hastalıklar vb. “olaylar”, sebebi insan eylemleri olsa da olmasa da, insan toplumlarını etkiler ve maddesel dünyanın sert çekirdeğinin kendini gösterdiği şok ve kriz anları ortaya çıkar.

 

Kapitalizmin “saf mantığı” diyebileceğimiz neoliberalizm, pek çok şeyin yanında, temelde bu farklı güç alanlarının sistematik olarak unutulmasına ve hemen her şeyin “sermaye makinesinin” hizmetine sunulmasına dayanan bir amnezi ve delilik rejimidir. Dolayısıyla zorlayıcı bir etken olmadan kriz ve tekleme anları geçtikten sonra bu mantığın, bir hasar tespitinin ardından hükmünü devam ettirmesi*** sistemin doğası gereğidir.

 

Komünizm ise diğer pek çok tanımının yanında, bu farklı ve bütünleşik g��ç alanlarının, onlara ait farklı zamansallıkların ve olguların kırılganlığının farkında olarak insanlık toplumunu daha ileri düzeyde örgütleme düşüncesi ve pratiği olarak tanımlanabilir.****

 

Fabio Vighi yukarıda alıntıladığım dikkate değer yazısında[19] “virüs yaşam tarzımızı tehdit ediyor” derken, aslında artı-değer üzerine kurulu ve uzun bir süredir “sosyo-ontolojik yakıt” sıkıntısı çeken ve ekonomik olmaktan öte sosyal bir ilişki olan kapitalist yaşam tarzının tehdit altında olduğunu algılamamız gerektiğini vurguluyor. O zaman insanlığın bu salgınla mücadelesinin aynı zamanda kapitalist yaşam tarzıyla ve sermaye makinesiyle mücadele etmekten geçtiğinin de farkına varalım.

 

Notlar:

 

*Konu ile ilgili dikkate değer tespitlerin olduğu bu yazı dizisinin diğer bölümlerinde Tanasescu, şu an yaşamakta olduğumuz anın gelecek kuşakların neler yaşayacaklarını gösteren bir kostümlü prova olduğunu ifade edip, olası gelişmeleri radikal bir “dünyada olma” ve “ufuk kaybı” şeklinde özetleyerek, salgının halihazırda var olan ayrımların ve akımların (online eğitim, sınıfsal ayrımların keskinleşmesi, büyük verinin hakimiyeti vs.) ivmelendiricisi olarak görülmesi gerektiğini vurguluyor.

 

** Bu bölümde William E.Connolly’nin “Hayatın Kırılganlığı” (Ayrıntı Yayınları, 2016) kitabını temel alan bir terminoloji kullanılmıştır. Neoliberalizm eleştirisi de Connolly’nin kitabında var olmakla birlikte, bu yazıda kitapta öne sürülenden daha radikal olması anlamında farklı bir değerlendirme yapılmıştır.

 

*** Hiç kuşkusuz kriz dönemlerinde ve ertesinde bu hüküm sürdürme, büyük çaplı sosyal yıkımlar, savaşlar ve faşizm demektir.

 

**** Bu düşüncenin Walter Benjamin’in “insanlığın imdat freni olarak devrim” fikriyle akrabalığı açıktır.

 

Dipnotlar:

 

[1] “Rob Wallace’la söyleşi | Kapitalist tarım ve COVID-19: Ölümcül bir kombinasyon”, https://sendika63.org/2020/03/rob-wallacela-soylesi-kapitalist-tarim-ve-covid-19-olumcul-bir-kombinasyon-yaak-pabst-580114/

 

[2] “COVID-19 and Circuits of Capital”, https://monthlyreview.org/2020/04/01/covid-19-and-circuits-of-capital/

 

[3] “Rob Wallace’la söyleşi | Kapitalist tarım ve COVID-19: Ölümcül bir kombinasyon”, https://sendika63.org/2020/03/rob-wallacela-soylesi-kapitalist-tarim-ve-covid-19-olumcul-bir-kombinasyon-yaak-pabst-580114/

 

[4] “Rob Wallace’la söyleşi | Kapitalist tarım ve COVID-19: Ölümcül bir kombinasyon”, https://sendika63.org/2020/03/rob-wallacela-soylesi-kapitalist-tarim-ve-covid-19-olumcul-bir-kombinasyon-yaak-pabst-580114/

 

[5] “Canavar En Sonunda Kapımızda”, https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/canavar-en-sonunda-kapimizda

 

[6] “This Crisis Has Exposed the Absurdities of Neoliberalism. That Doesn’t Mean It’ll Destroy It”, https://jacobinmag.com/2020/03/coronavirus-pandemic-great-recession-neoliberalism

 

[7] “This is a Global Pandemic-Let’s Treat it That Way”, https://www.jacobinmag.com/2020/04/global-pandemic-coronavirus-health-crisis

 

[8] “Is Capitalism a Disease?”, https://monthlyreview.org/2000/09/01/is-capitalism-a-disease/

 

[9] “Covid-19 as symptom: Notes on the production of a virus”, https://mronline.org/2020/03/24/covid-19-as-symptom-notes-on-the-production-of-a-virus/

 

[10] “Sürü bağışıklığı epidemiyolojik neoliberalizmdir”, http://uni-versus.org/2020/03/24/suru-bagisikligi-ve-neoliberalizm/

 

[11] “COVID-19: Gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali”, https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/

 

“Hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?”, http://uni-versus.org/2020/03/18/ceviri-agamben-mart2020/

 

[12] “COVID-19: Gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali”, https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/

 

[13] “Giorgio Agamben’in koronavirüs bilgisizliği”, https://www.ekdergi.com/giorgio-agambenin-koronavirus-bilgisizligi/

 

[14] “Giorgio Agamben’in koronavirüs bilgisizliği”, https://www.ekdergi.com/giorgio-agambenin-koronavirus-bilgisizligi/

 

[15] “Viral istisna”, https://terrabayt.com/dusunce/viral-istisna/

 

[16] “Viral Political Ecology I-II-III-IV”, https://thecivilanimal.com/about-this-blog-2/

 

[17] Viral politik ekoloji, https://terrabayt.com/dusunce/viral-politik-ekoloji/

 

[18] Viral politik ekoloji, https://terrabayt.com/dusunce/viral-politik-ekoloji/

 

[19] “COVID-19 as symptom: Notes on the production of a virus”, https://mronline.org/2020/03/24/covid-19-as-symptom-notes-on-the-production-of-a-virus/

 

Sendika63.org’ dan alıntıdır…

 

Check Also

YÜZ YILLIK APARTHEİD ve TEMEL EĞİTİME ETKİLERİ

“Yüzyıllık Apartheid”, Taner AKÇAM’ın Temmuz 2023’te ilk baskısı yapılan ve “1918-1923 Türkiye’si: Bağımsızlık ve Apartheid …